ANKARA

KENTİN HAYALLERİ: ANKARA

VitrA'nın; kentlerin ihtiyaç, beklenti ve hayallerine odaklanan tartışma dizisi "VitrA ile Kentin Hayalleri", 28 Eylül Çarşamba günü "Modernin İzlerini Süren Bir Başkent Olmak" başlığı altında Ankara’ya konuk oldu.

Hızla ve hırsla büyüyen kentlerin ortak sorunlarını göz ardı etmeden kente dair yapıcı, dinamik, ufuk açıcı tartışmalara platform oluşturmayı hedefleyen panelin moderatörlüğünü Yekta Kopan üstlenirken, TED Üniversitesi Çok amaçlı Salonu’nda düzenlenen etkinliğe Murat Tabanlıoğlu, Ali Cengizkan ve Hakkı Ergök konuşmacı olarak katıldı.

"Dünyadaki pek çok başkent gibi 20. yüzyılın başlarında kurulan ve zorlu bir coğrafyada yer alan Ankara, 1920 - 1950 yılları arasında inşa edilen yapılarıyla modern bir mimarlık mirasına, dolayısıyla dünya literatüründe önemli bir yere sahip. Bu özelliğiyle, ulusal ve uluslararası akademik çalışmalara kaynaklık eden bir laboratuvar niteliğini taşıyor" şeklinde belirten Ali Cengizkan, Ankara Mimarlar Odası'nın bildirisini gündeme getirerek, başkentteki modern yapıların yıkım tehdidi altında olduğuna dikkat çekti."

VitrA ile Kentin Hayalleri 28 Eylül’de Ankara’da!

Ankara’nın Hayali: Modernin İzlerini Süren Bir Başkent Olmak.

VitrA’nın yeni, özgün ve katılımcı tartışma dizisi “VitrA ile Kentin Hayalleri”, İzmir ve Adana’dan sonra bu kez Ankara’ya konuk oluyor. “Modernin İzini Süren Bir Başkent Olmak” başlığı altında Ankara’nın hayalinin konuşulacağı oturum, 28 Eylül Çarşamba günü saat 18:00’de TED Üniversitesi Çok Amaçlı Salonu’nda gerçekleşecek. Yekta Kopan moderatörlüğündeki etkinliğin konuşmacıları ise Ali Cengizkan, Hakkı Ergök ve Murat Tabanlıoğlu.

Ankara, sıfırdan kurulan başkentlerden Washington, Canberra, Şandigar, Brezilya ile birlikte en önemli örneklerden biri. 20. yüzyılın başlarında yeniden kurulan Ankara, ilk dünya savaşının ardından ulus devletler inşa edilirken her tür sosyal, ekonomik, politik koşulun imkansızlığına rağmen kurulan devrimci başkentlerden... Dünyada modern mimarlığın hızla yayıldığı bir dönemde, eski rejimi temsil eden kadim başkent İstanbul'un her tür mekansal ve mimari temsilinden uzakta yeni ulusun yeni mimarisi ile kurulan bir temsiliyetler mekanı. 21. yüzyıla gelindiğinde Ankara, kültürel ve ekonomik olarak elinden kayıp giden başkentliğini, modernin izlerini sürerek, altını çizip belirginleştirerek geri kazanmayı düşlüyor. Türkiye’nin modernleşme projesinin merkezi olan, adı modernizmle özdeşleşen kent, "modern"in kentteki izlerinin belirginleştirildiği bir başkent olmayı hayal etmekte...

Bu doğrultuda, modernin izlerini sürerek bir başkent olmayı hayal eden Ankara'da; modernist yapı stoğu ve bunların kullanımı, kamuya açılması, kültür ve eğitim başkenti olabilmek için hangi potansiyellere sahip olduğu tartışılacak.

Bilge İmamoğlu

Mimar, Mimarlık Tarihçisi
TEDÜ Mimarlık Bölümü

Hayır, Öyle Bir Şey Değil!

Bir zaman önce yakın bir dostum, kişisel yaşantısıyla ilgili hayallerini son derece basitçe “sadece ‘böyle değil, böyle olmamalı’ hissinin yokluğu” olarak özetleyivermişti. İlk başta fazlaca genellenmiş, totolojik ve kısa kesilmiş gibi görünse de, düşündükçe bu özetin keskin gücü ve olgunluğu karşısında büyülendiğimi hatırlıyorum; bana kendisi üzerinden devşirilen hazza dayalı bir eylem olarak hayal kurmakla daha yetkin bir özbilinci gerekli kılacak tahayyül etme eylemleri arasındaki olası farkları düşündürmüştü. 28 Eylül günü TED Üniversitesi’nin en yeni salonunda, Ali Cengizkan, Hakkı Ergök ve Murat Tabanlıoğlu’nun Ankara’nın hayali üzerine konuşmalarını dinlerken kafamdan geçenler benzer düşünceler oldu. Etkinliğin moderatörü Yekta Kopan’ın aktardığına göre, şimdiye kadarkilerin en yoğun katılımlısı olan bu “Kentin Hayalleri” etkinliğinde, sadece konuşmalardan değil, tamamen dolu salonun verdiği tepkilerden de öyle anlaşılıyordu ki, aslında Ankara’nın kendisi ile ilgili tahayyülü oldukça net, en belirgin hayali ise kimliğine, belleğine ve bu tahayyülün sürdürülebilirliğine yönelik tehdidin ortadan kalkması. Başlangıçta aktardığım dostum gibi Ankara da, olduğundan, olageldiğinden bambaşka bir şey olmanın hayalini kurmuyor; tersine, böylesi fantastik dönüştürme çabalarını durdurmaktan daha yaşamsal bir gündemi yok.

Ankara’nın kimliği ve belleği ile bunlara dair özbilincinin neyin etrafında döndüğü ise etkinliğin hemen başından itibaren kendisini gösterdi. Kendisinin de bir Ankaralı olduğunu hatırlatan Kopan’ın kısa açılışında da, Kopan’ın ilk sözü verdiği Cengizkan’ın konuşmasında da Ankara kentinin modernite ile ve bu ülkenin modernleşme öyküsü ile olan ilişkisi vurgulandı. Bununla birlikte Cengizkan konuşmasında, vurguyu modernleşmenin Ankara’daki sembol yapı ve alanlarından, bu yapıların arkasındaki programatik bütüne taşımaya özen gösterdi. Ulus’ta 1930’ların ortasında inşa edilmiş Seyfi Arkan tasarımı olan Belediyeler Bankası binasının da çok anlamlı bir biçimde örneklediği üzere, Ankara’nın sahip olduğu erken 20. yüzyıl yapı ve kentsel alanlarının yansıttıkları nostalji hissi ile değil, bu yapıların ve ilgili kurumların arkalarındaki toplumsal ve idari örgütlenme ile önemli olduklarını hatırlattı Cengizkan. Ve dolayısıyla, yapılar, alanlar, uygulamalar ya da alışkanlıklar yok edildiğinde kaybından rahatsız olduğumuzun, pek çok durumda bu programın kendisinin ya da ona ilişkilenen atıfların kaybı olduğunu. Her ne kadar söz konusu tehdit düşünüldüğünde ilk akla gelen ve değişmesi hayal edilen ilk şey kenti çok uzun zamandır yöneten yerel iktidarın kent kimliği ve belleğine olan yaklaşımı olsa da; Cengizkan, toplumsal talebin siyasal yandaşlıkla değil, programatik bir modernizme yönelik istekle ilgili olduğunu da savundu. Kimliğe ve belleğe dair sürdürülebilirliğin ancak toplum talep ederse mümkün olduğunu ve bu anlamda en önemli gücün, talep eden, arzulayan ve sokağa çıkan ve kentsel sorumlulukları delege etmeyen kitlenin kendisi olacağını vurguladı. Bunun karşısında kenti yönetenlerden beklenen en temel şeyin ise şeffaflık olduğu ortaya kondu. Kimlik ve belleğin anlamlı bir sürekliliği doğrultusunda değinilen olumlu bir örnek, etkinliğe de ev sahipliği yapan ve adı “Kolej” olan semtin belirleyici parçaları haline yeniden dönüşebilme çabasındaki TEDÜ yapıları oldu.

Adı geçen diğer temel örnekler ise ne yazık ki, kayıplar ya da kaybedilmekte olanlardı. İstanbul Atatürk Kültür Merkezi Tabanlıoğlu’nun, Cebeci’deki Ankara Devlet Konservatuarı ise Ergök’ün yaşamlarına yoğun temasları ve mevcut durumlarının yarattığı kayıp hissi (Ergök’ün durumunda ve kendi ifadesi ile “hırçın” duygusallık) ile öne çıkan simge yapılar oldular. AKM örneği özellikle ilginçti, bir İstanbul yapısı olarak bir Ankara söyleşisinde aldığı büyükçe rol, salonda itiraz üretmedi değil; fakat diğer yandan yapının modernist kimliği, Ankara’ya yönelik olarak değerlendirilen bir tehdidin simgesi olarak ele alınmasını pek çokları için garipsetmiyor göründü. Devlet Konservatuarı ise daha az bilinen, fakat daha uzun süredir neredeyse kayıp olan bir değer. Ergök, yapının üstten görünüşünün bir piyano şeklinde olduğunun bir şehir efsanesi olduğunu yakın zamanda öğrenmiş olduğunu aktarırken, yoğun duygusal bağlara sahip olduğu yapıyı bir kez daha kaybetmiş görünüyordu. Tabii ki daha önemlisi, “O bina bana göre hala üstten piyano şeklinde görünüyor” derken çok hoş ve çok insancıl bir biçimde örneklediği üzere, kullanıcılar ve kentlilerin kimlik ve bellekle yoğun ilişkilere sahip binalarla kurduğu bağın derinliğine yönelik vurgu idi.

Tabanlıoğlu, Sabahattin Ali'nin Kürk Mantolu Madonna romanı üzerinden kurguladığı bir sergi çalışması vesilesi ile Ankara için arzu edilecek, yaşayan bir sürekliliği Berlin üzerinden karşılaştırmalı olarak örnekledi. Berlin’deki sürekliliğin sadece tek tek yapılar değil, Tiergarten gibi geniş açık alanlar, parklar, kullanımlar ve kurumlar ile birlikte kentsel bir bütünlük içinde sağlandığına dikkat çekti ve bu anlamda Cengizkan’ın vurguladığı programatik bütünlük isteğini destekledi. Aynı doğrultuda, soru ve cevaplar aracılığı ile değinilen başka örnekler Atatürk Orman Çiftliği ve Baraj Gazinosu oldu. Bu örnekler de, korumaya ve sürdürülebilirliğe yönelik çabalarımızın merkezinde nostaljinin değil, kent yaşamına ve kültürüne dair adı iyi konmuş değerler olması gerektiğini yeniden vurgulamanın araçları oldular.

Başlığında “hayal etmek” olan bu etkinliğin koruma ve kayıp tehdidi eksenine böyle güçlü vurgularla yaslanmış olması, yazının en başında aktardığım düşünme biçimi içinde, bana bir çelişki olarak görünmüyor. Tersine, Ankara’nın ya da en azından o akşam o salonun, kenti kültürünün ve belleğinin doğrultusunda, farazi değil sürdürülebilir ve aktarılabilir bir tutarlılıkla tanımlama arzusunun güçlü olduğunu gördüm. Anlaşılan Ankara sadece ve en çok, kendisi adına kurulan pek çok hayale “Hayır, öyle bir şey değil” diyebilmeyi ve ikna da edebilmeyi hayal ediyor.