YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK
YALIN MİMARLIK

YALIN MİMARLIK

MİMARİ   3.02.2023

2011 yılında Okan Bal ve Ömer Selçuk Baz tarafından kurulan Yalın Mimari ve Kentsel Tasarım ofisi, çeşitli büyüklüklerde ve programlarda; yapı ve kentsel ölçekte projeler geliştiriyor. Yalın Mimarlık, mimarlığı, bulunduğu bağlamın kültürel ve sosyal; geçmiş ve gelecek arasında bağlayıcı bir mekansal düzenleme aracı olarak görüyor. Global ve yerelde çeşitli yarışmalara proje geliştirip, ödüller kazanan ve uygulamalar yapan mimarlık ofisi, içinde bulunduğu coğrafyayı, zamanı ve koşulları göz önünde bulundurarak bilinçli bir mimari yaklaşım sergiliyor.

Yalın Mimarlık kurucu ortaklarından Ömer Selçuk Baz ve Yalın Mimarlık ekibinden Atakan Koca ve Ece Özdür ile mimari projeleri, tasarım yaklaşımları ve Yalın Mimarlık’taki işleyişleri üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

Bir projeye başlarken nasıl bir süreç izliyorsunuz? Fikir aşamasından konsept geliştirmeye ve sonrasında uygulamaya kadar olan süreci Kapadokya Müzesi üzerinden bize aktarabilir misiniz?

Her projede, projeye uygun bir metot geliştirmeye çalışıyoruz. Projelerimiz, genellikle İstanbul dışında oluyor. Dolayısıyla projelerin başlangıç noktası; “Bizi niye çağırdılar? Buradaki dert edinilen konu ne? Tam olarak ne istiyorlar? İstedikleri şeyi gerçekten istiyorlar mı?” gibi sorularla geçiyor. Bunu, anlama süreci olarak tarif ediyoruz. Bu anlama sürecinin devamı olarak genellikle projeyi yapacağımız yöreyi, bölgeyi araştırıyoruz; o hayatı tanımaya çalışıyoruz. Bu anlama süreciyle epey bir zaman geçiriyoruz. Çünkü proje çizilip ete kemiğe bürünmeye başladığı zaman, geri alması zor oluyor. O sebeple bu aşamada mimari ya da mekansal bir fikir zihnime geldiğinde, zihnimden kovuyorum.

Mimar, kendi ürettiği şeylerden geri dönemiyor. Dolayısıyla o tasarlama anını olabildiği kadar ötelemek projenin hep avantajına oluyor. Öteledikçe aslında öbür tarafta biriktirdiğin şeyler biraz daha olgunlaşıyor, biraz daha demleniyor. Artık belirli bir doyma noktasına geldiğinde, o tasarım fikirleri de masaya dökülüyor; sunulacak, konuşulacak bir hale geliyor, bir maket oluyor, bir çizim oluyor. Bence ortaya çıkan fiziksel verilerden daha kıymetlisi, geçirilen o süreç; anlama ve kavrama zamanı. Çünkü esas projeyi oluşturan şeyin kendisi bu. Bunu ne kadar çok kanallı, ne kadar çok işverenle ve konuyla temas edebilecek bir yüzeyde ele alırsak o kadar sağlıklı bir noktaya geliyoruz. Öbür türlü tasarımcı olarak zihnimizde pek çok imge ve dünya var. Hazır paketlerden bir kompozisyon yapınca tam oturmayan bir şey oluyor. Tasarımcıların çok çeşitli kütüphaneleri ve takvimleri, bakıp öğrendikleri dünyalar ve çeşitli öğretileri var. Bunların dışında bir şey yapmak çok kolay değil tabii ki, sonuçta onunla yaşayıp onunla var oluyorsunuz. Dolayısıyla mümkün olduğu kadar o beslenme habitatını geliştirmek, yapılan işleri daha oldukları yere ve kendilerine özgü kılıyor diye düşünüyorum.

Kapadokya, tam olarak bahsettiğim duruma örnek. Anlattığım süreci biraz daha kutsallaştıran, beni zihin dünyasına biraz daha yaklaştıran bir proje. Biz yapmaya daha çok eğildikçe, hadi bunu çözelim dedikçe, çözemediğimiz bir iş olduğunu anlayınca bölgedeki dinamiklere kendimizi bırakmak zorunda kaldık. Bu, günün sonunda bizi ilginç bir yere getirdi.

O bölgenin, o coğrafyanın durumlarıyla çok açık bir zihinle temas etmek gerekiyor. Öbür türlü hep bildiğin şeyleri yapmaya devam ediyorsun.

‘’Global Award For Sustainable Architecture’’ organizasyonunda ödüle layık görülen beş mimardan biri oldunuz.

İçinde bulunduğumuz dönemde çevresel ve kültürel sürdürülebilirlik ve mimarlık arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında ilk konuştuğumuz konudaki gibi, ‘’ilişkilenme’’. Bunun; gerçek bir coğrafi ilişki kurma konusuyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Ödül de onunla ilgili. Ödülün içinde geçen ‘’sustainability’’ bizim dilimizdeki ‘’sürdürülebilirlik’’ çok farklı şekillerde algılanıyor. Popüler dünyada LEED gibi sertifikalarla başlayan ya da biraz daha derinleşmiş tasarım dünyasında da çoktan içi boşaltılmış kavramlar oluyor. Fakat şöyle bir konu var; sürdürülebilirlik denilen kavram, çok eski bir kavram. Bazı kavramlar masada yoktur ama kendileri zaten hep oradadır. Sürdürülebilirliğin öyle bir şey olduğunu düşünüyorum. Sıklıkla ihlal ettiğimiz bir alan olduğu için, bugün çokça konuşulan bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Sürdürülebilirlik bugün kelime anlamıyla baktığımız zaman rüzgar, izolasyon, enerji ve doğal kaynakların daha verimli kullanılması gibi bir alanın içerisinde sıkıştırılıyor ama bu ödül kapsamında bakılan, öyle bir şey değil. Daha çok yapılan mimari yapıların bulunduğu bağlamla kurduğu sıkı ilişkiyle alakalı. Çünkü yapılar, ilişkileri kurmadıkları zaman sürdürülebilir olamıyorlar. Nihayetinde bu yapıları insanlar kullanıyor ve dünyanın o parçasının ayrılmaz bir bağlantısı olan, fiziksel, yapısal bir unsura dönüşüyor. Dolayısıyla yapılar, bağlamıyla ilişkili değilse sürdürülebilir olamıyorlar; insanlar da yeryüzü de o yapıları benimseyemiyor. Sürdürülebilirlik, tabi ki de büyük pencerede bir kültürel, sosyolojik ve fiziksel bir konu.

Sürdürülebilir bir yapı zaten yapıyor olmalıyım diye düşünüyorum. Ben sürdürülebilir mimarlık yapıyorum dediğin zaman tuhaf bir durum oluyor.

Geliştirdiğiniz projelerinizle birçok farklı mimari ödül alıyorsunuz. Son olarak TürkSMD Mimarlık Ödülleri’nde Zonguldak projeniz Yapı Ödülü’ne layık görüldü. Zonguldak projenizin Türkiye’de ve globalde ayrışan noktaları sizce nelerdi?

Zonguldak projesi, hem Ulusal Mimarlık Ödülü’nü hem de Serbest Mimarlar Derneği’nin ödülünü aldı, aynı zamanda UNESCO’nun verdiği ‘’Global Award For Sustainable Architecture’’da öne çıkan bir projeydi. UNESCO’nun bu ödülü; bir yapıya değil de yapılan işlerin tümüne bakarak, yaklaşım biçimine veriliyor.

Türkiye zorlayabilecek bir yer, insan umutsuzluğa kapılabiliyor ve o umutsuzlukların içinde biraz, belli açılardan görünür olmak, modu yükselten bir tansiyon oluşturuyor.

Zonguldak Projesi, küçük ölçekli bir projeydi. Bir mağara önünde ziyaretçi merkezi. Nispeten incelikli bir yapı; bölgenin malzemesini, dokusunu alıp kullanıyor. Tabi bir mağaranın yanına bu şekilde yanaşıyor olması, daha ön plana çıkan, daha ‘’prokovatif’’ bir mimarlık da sunuyor. Aynı zamanda bir çeşit peyzaj projesi. Burada yaptığımız şey için, bulunduğu coğrafi koşullara adapte olmaya ve yok olmadan kendini göstermeye çalışan bir kapı diyebiliriz. Mimarların, doğru coğrafi koşullarda ve doğru işverenlerle yapabilecekleri bir şey. Bu tip işlerin çoğunlukla yapılamıyor olma sebepleri; işverenlerin mimarlardan ve bunu üretenlerden taleplerini anlatma, kurgulama ve mimarların bunları anlama biçimleri. İnsanların ‘’Türkiye’de böyle projeler yapılıyor, biz de deneyebiliriz.’’ dedirtmek bence başarılı bir şey.

Yarışma üzerinden proje geliştirmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yarışma yapan ama bunu az yapan bir ofisiz. Geçmişte bunu daha sık yapıyorduk. Ofisin gündemlerinden de ötürü daha az yapıyor olduğumuz bir şeye dönüştü. Yarışmayı prensip olarak çok önemli ve anlamlı bir kurum olarak görüyorum.

Pek çok yarışma projesine katıldık; ödül alamadık veya aldık, kazanıp fiziksel olarak yaptığımız yapılar var. Fakat yarışma bir sihirli değnek değil, bütün memleketin mimarlık ve mekana dair sorunlarını çözeceğini düşünmüyorum. Ama önemli bir araç. Keşke öyle bir zeminimiz olabilseydi ki çok önemli yapıların tamamı bu yöntemlerle elde edilebilseydi. Bence coğrafya faktörü devreye giriyor; tam olarak öyle bir yerde yaşamıyoruz. Başka şeyler, başka dinamikler, başka davranma biçimleri ön plana çıkıyor.

Kapadokya Müzesi, Troya Müzesi, Zonguldak Mağaraları Ziyaretçi Merkezi gibi projelerinizde ortak olarak gördüğümüz doğa ve mimari arasındaki kuvvetli bir diyalog söz konusu. Mimariyi doğaya entegre ederek kentteki yaşam sirkülasyonunu doğaya yönlendirdiğinizi söyleyebilir miyiz?

Yapıların konumlarını çoğu zaman biz mimarlar seçmiyoruz, genelde bize veriliyor. Biz bu kompozisyonun içinde bir dil seçiyoruz. Kapadokya için de bu geçerli, Gökgöl için de geçerli. Bu konuştuğumuz yapıları belirli ölçülerde ön plana çıkaran faktörlerden biri de kent dokusundan daha azade bir yerde duruyor olmaları. Bu sayede de kendi duruşlarını ortaya koyma fırsatına sahipler. Kent içinde bir parselin içinde öyle bir şansın yok, o bağlamın bir parçası olmak gerekiyor. Bu yapıların “bir çeşit” avantajı var.

Kapadokya ve Zonguldak Müzeleri’nde coğrafyaya topografya ile bütünlük yaratan fiziksel bir katman eklenirken, Troya’da fiziksel bağlamın verdiği veriler dışında bölgenin tarihi ön plana çıkarılıyor. Bu farklılıkların tasarıma  yansımasını nasıl yorumlarsınız?

Bir yerin ve coğrafyanın size verdiği veriyi alıp siz tasarımcı olarak bir çeşit dile çeviriyorsunuz. O dil bazen çok daha arka planda, çok daha çekinik, nötral ve yumuşak bir dil oluyor. Bazen de biraz daha belirli açılardan sertleşiyor, daha doğrudan oluyor. Bu bir biçim; konuşma şeklim gibi, birkaç insanın kurduğu diyalog gibi. Tasarımcı esasında bir dili tasarlıyor. Bölgenin malzemesini almak, kullanmak, insanlarla iletişim kurarak yapmak ya da yapmamak. Bu, senin bölgeyle kurduğun ilişkinin bir tezahürü olarak çıkıyor, sonrasında da bölgenin çeşitli katmanlarıyla iletişim kuruyor. Tasarladığımız şey aslında bu. Mimar ya da tasarımcı görsel, fiziksel, duyusal iletişimi tasarlıyor. Troya Müzesi, arkeolojik bir durumu ortaya koyuyor mu bilemiyorum. Troya’nın daha ayrıksı bir tavrı var, bu da bir tercih. Mimarlığın en ilginç yanı bu, bir doğrusu yok. Yüzlerce doğrusu olabilir, yüzlerce yanlışı olabilir. Troya bir yarışma projesiydi, 140’a yakın proje katıldı. Başka bir jüriyle, başka bir proje kazanırdı, biz kazandık. Hem geride durup hem de kendini ifade etmesinden kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Hareket tanımı yapabilmesinden kaynaklı olabilir, biraz daha az eforla “ikonik” algı sunuyor olmasından da olabilir.

Her projeniz özgün bir dile sahip ve ön plana çıkan bir malzeme dokusu var. Proje süreçlerinde malzeme ve coğrafyadan yola çıkarak süreç içinde neler öğreniyorsunuz?

Çok şey öğrendim. Alan tecrübesini çok kıymetli buluyorum. Yalnızca tasarım süreciyle değil; yapım süreci ile de ilgili alanda, bölgede öğrenilecek çok şey olduğunu düşünüyorum. Zonguldak’ta bir taş duvar örgüsünün nasıl yapılacağından, Kapadokya’da daha megalitik kayaların yan yana ya da üst üste nasıl konulabileceğine; Troya’da brüt beton yüzeylerin nasıl artiküle edilebileceği, Çanakkale’deki Gazi Ev’inde hasarlı dokuların tamiratının altından çıkan başka bir dokunun temel cephe elemanı olarak nasıl vurgulanabileceğine dair çok şey öğrendim.  Bunların tümü birbirlerini tamamlıyorlar. Benim zihnimde sanki bir tane projeymiş gibiler ve bitmiyorlar. Örneğin Troya bugün kullanılan bir yapı ama benim için bitmiş değil, oraya gidince farklı şeyler görmek, o bilgiyi başka bir yerde kullanmak değerli. Dolayısıyla diyebiliriz ki bu projeler bambaşka yerlerdeler, bambaşka zamanlarda yapıldılar fakat sanki bir bütünler gibi.

Yalın Mimarlık bünyesinde nasıl bir ekip kurgunuz bulunuyor? Bu oluşumdaki fonksiyonlar ve ekiplerin projelerdeki iş akışı nasıl ilerliyor?

Ömer Selçuk Baz: Çok planlı bir kurgumuz yok. Elimizdeki fırsatlara, ekipteki potansiyellere göre biçimlenen bir sistemimiz var. Uzun yıllardır beraber çalıştığımız kişiler var, mezuniyetinden itibaren bizle çalışan arkadaşlarımız var, daha önce bizimle çalışan dışarıdan iş birliği yaptığımız ekipler var. Ekip kurgumuzda bir çeşitlilik olduğunu söyleyebilirim. Biz aslında projelerimizde bir çeşit peyzaj mimarlığı ve inşaat mühendisliği yapıyoruz. Diğer mühendisliklerin de alanlarına dahil olduğumuz mimar ağırlıklı bir ekibiz.

Ece Özdür; ekibimizde herhangi bir ayrışma yok, ofis içinde herkesin her işi yapabileceği şekilde organize olduğumuz gibi diğer disiplinlerle de devamlı temas halinde ilerliyoruz. Projenin başından sonuna kadar devam eden ekip, tüm detaylara hakim oluyor.

Atakan Koca: Teslim tarihleri yaklaştıkça, kim varsa o an müsait olan herkes yardım ediyor. O noktada işin içine giriyor.

Gelecekteki projelerinizden bahsedebilir misiniz?

Ömer Selçuk Baz: İlginç projelerimiz var 2023 yılında. Belki 2024’e sarkacak beni heyecanlandıran şeyler var. İnşaatı başlayacak olan ve tasarımını sürdürdüğümüz projeler var. Bir tanesine Manisa’da müze, bir ziyaretçi merkezi diyebiliriz. Tamamı yığma tuğladan bir yapı yapıyoruz, şu anda ihalesi yapılmak üzere. Daha geleneksel metotlarla yapılacak yığma tuğla odacıkların birbirlerine iglo gibi eklendiği, yarı yeraltı yapısı olacak. Kurtuluş Savaşı’nın ilk başlangıcında gerçekleşen büyük Manisa Yangını’nın merkeze alındığı bir yapı. Konya’da bir kütüphane projemiz var; o da çok yakın zamanda başlayacak. Kent merkezinde, yıkılan belediye binasından arta kalan yeşil alanın içine oturan, parkın içine penetre edilmiş, tek katlı, küçük okuma odalarından oluşan bir yapı olacak.  Tasarımlarını sürdürdüğümüz Gaziantep'te MÖ 3. yüzyıla ait Mitra Tapınağı’nı merkeze alan, bölgesel arkeolojik masterplan ve ziyaretçi merkezi projemiz var.  İstanbul’da Gülhane Parkı’ndan Cankurtaran’a kadar devam eden, Topkapı Sarayı’nın restorasyonu ve kazı çalışmaları devam ederken ziyarete açılmasıyla ilgili daha melez bir projemiz var. Bu olacak mı, olmayacak mı bilemiyoruz. Çanakkale’de daha küçük ölçekli, bitmek üzere olan bir konut projemiz var. Konut projelerinde de yaklaşımı benzer tutmaya çalışıyoruz. Yakın zamanda güzel şeyler olacak.

Ece Özdür; Manisa Kurtuluş Müzesi; Kurtuluş Savaşı sırasında Manisa’nın geçirdiği yangına odaklanıyor ama aslında işgal öncesinden, yeniden imar edilmesine kadar bütün bir hikaye anlatıyor. Her odacık serginin anlattığı bölümüyle mekansal olarak bir bağlantı kurmaya çalışıyor. Bazen ziyaretçiyi, dar, karanlık koridorlardan geçiriyor, bazen de aydınlık avlulara çıkartıyor.

Şehir merkezindeki tarihi yapılarda, yakın çevredeki antik kentlerde tuğlanın bölgede her zaman kullanıldığını görebiliyoruz. Daha da önemlisi günümüzde Turgutlu, tuğla üretiminin merkezlerinden biri. Yakın çevreden kolay temin edebileceğimiz bir malzemeyle yapının strüktürünü kurmak, yerle ve tarihiyle de ilişki kurmak için bir fırsat olabilir diye düşünerek yığma bir yapı tasarladık. Müze’nin anlattığı hikayeyle de bağlantılı olarak bu bir yeraltı yapısı ve üzerinde herkesin kullanıma açık bir park var.

Atakan Koca:  Kütüphane’ye dönecek olursak, konum olarak Konya’nın merkezinde yer alıyor. Mevlana müzesinden başlayıp, Alaaddin Tepesine doğru süren aksta, Kuzeybatı doğrultusunda Kültürpark ile bir yaya köprüsü ile bağlanan ve kent belleğinde de önemli yeri olan bir alan. Bu alanda öncesinde büyükşehir belediye binası vardı. O bina yıkılıyor, onun yerine kütüphane yapısı yapılıyor. Aradığımız şey doku. Mevlana Türbesi, Alaeddin Cami, Karatay Medresesi ve Eşrefoğlu Camii, kentte tarihi ve kültürel öneme sahip yapılar, çevrede var olan referans noktaları. Bu yapıların iç mekan imgelerinden, plan işleyişlerinden, geometrik formlarından  projeye yansıtabileceklerimizi düşündük. Alanımızın içinde yaklaşık 200’e yakın ağaç var. Ağaçlardan geriye kalan alana yerleşmeye çalışıyoruz. Dolayısıyla yapılar parçalı bir leke gibi mevcut ağaçların arasına sızıyor. Parçaları birbirine bağlayan, bizim tabirimizle körük olarak adlandırdığımız, bağlantı köprüleri var.Diğer yönden Kültür Park arazisi var. Kültür Park’tan alana mevcutta gelen bir yaya üst geçidi var. Üst geçidin devamını sokak haline getirip bizim alanımızın içine girmesini sağlıyoruz, böylece sokaktan yapının içine dahil olmuş oluyoruz. Ana kitaplıktan bağlanan, daha küçük tematik okuma ve çalışma odaları var. Çocuklar ve aile için bir birim, ortasında bir havuz olan yığma tuğla duvarlı okuma odası,  gençlere yönelik bir  alanı, dijital kitaplık, serbest çalışma alanları ve mekanın odağında ateşin olduğu bir okuma odası var.

Ece Özdür: Kütüphane de Manisa Müzesi gibi parçalardan oluşan bir yapı. Bu kez her parçanın kullanım amacından gelen ayrı bir strüktürel karakteri ve kendine özgü bir bahçe kullanımı var.

Atakan Koca: Yapının ana fikirlerinden biri de malzemelerin ve taşıyıcı sistemin, içine yüklediğimiz fonksiyona göre şekilleniyor olması. Dijital kitaplık dediğimiz oda daha ince çelik ayaklar, bahçeyle beraber şeffaf camlar var;  su temalı odada, daha geleneksel bir tutum, kalın yığma, büyük sağır yüzeyli duvarlar var. Konya Beyşehir’deki Eşrefoğlu Cami’ye referansla ahşap ayaklar, ahşap çatı ve yığma tuğla duvarlar. Her odada farklı tema olunca dediğim gibi malzemeleri ve taşıyıcı sistem, değişiyor ve şekilleniyor.

#Yalın Mimarlık #Ömer Selçuk Baz #Okan Bal #mimari #tasarım #Ece Özdür #Atakan Koca #Kapadokya Müzesi #Global Award for Sustainable Architecture #Zonguldak Mağaraları Ziyaretçi Merkezi #Troya Müzesi #Manisa Kurtuluş Müzesi #Konya #kütüphane


Sayfanın Başına Dön