DARZANÀ ÜZERİNE
DARZANÀ ÜZERİNE
DARZANÀ ÜZERİNE
DARZANÀ ÜZERİNE
DARZANÀ ÜZERİNE
DARZANÀ ÜZERİNE
DARZANÀ ÜZERİNE
DARZANÀ ÜZERİNE

DARZANÀ ÜZERİNE

MİMARİ   18.12.2020

Koordinasyonunu İKSV’nin yürüttüğü, VitrA ve Schüco Türkiye’nin eş sponsorluğunu üstlendiği Venedik Bienali 15. Uluslararası Mimarlık Sergisi Türkiye Pavyonu’nda bu sene, İstanbul ve Venedik arasında hikayelerin bir vasıtası olarak şehrin hafızasına armağan edilecek bir baştarda göreceğiz. Darzanà projesinin gelişim sürecini üç küratöründen dinledik. 

Öncelikle bu seneki Venedik Bienali'nin Reporting From The Front teması ile başlamak istiyoruz. Bienalin daha iyi bir yapılı çevre için bir mücadele alanı” olmak gibi bir amacı var. Alejandro Aravena ile de şekillenen bu tavırla ilgili ne düşünüyorsunuz ve bununla projenizi nasıl örtüştürüyorsunuz?

Sınır tanımayan doktorlar ve gazeteciler gibi, sınır tanımayan mimarlara da ihtiyaç var. Biz bienalin temasını böyle algıladık. Mimarlık daha iyi bir yapılı çevre için mücadele etmek zorunda. Bunu sadece eleştirerek ve yapı pratiğinin dışında kalarak yapamaz. Cepheye gitmesi lazım. Mimarlar için cephe, mimarlık yapmak. Kent toprakları üzerinde sürüp giden çatışmaları uzaktan izlemek yerine o çatışmanın içinde yer almak, kamu yararını gözeterek daha iyi bir yapılı çevre için mücadele vermek, bu amaçla sivil toplum kuruluşlarının desteğini alabilmek… 

Peki projenizi bununla nasıl örtüştürüyorsunuz?

“Cepheden bildirmek” temasını biz cepheye gitmek ve cepheyi bir eşiğe, bir uzlaşma alanına çevirmek olarak yorumladık. İstanbul'da bugün çatışma alanından bol bir şey yok. Hayatımızın her köşesi zaten çatışma. O çatışmalara devam edip gittikçe yalnızlaşmaktansa, çatışma alanlarını uzlaşma alanlarına çevirmeye çalışmak bu dönem hem mimarlık için, hem gündelik yaşamlarımız için önemli. Bu yüzden ortak hafızaya, yolculuğa ve buluşmaya dair bir metafor seçmeye çalıştık. Cephe ve sınır tanımayan melez bir vasıta, bir baştarda. Metafor sözcüğünün anlamına bakınca zaten o da vasıta, bir şeyden bir şeye aktarma. Bazı şeyler bizim çalışmamız içinde netleşti, birbiriyle buluştu. Tıpkı vasıtayı seçtikten sonra Akdeniz'e “Bahr-i Mutavassıt” denmesini bulmamız gibi... İnşa ederek gidiyoruz, yeni veriler geliyor.

Yaparak ilerleyen bir süreç. Bu şekilde ilerlemesi projeye değer katıyor olsa gerek.

Evet, biraz böyle. Bu süreci cazdaki emprovizasyona benzetiyoruz. Jam session gibi o emprovizasyona katılanlar oluyor, yeni sesler geliyor, onlar da bütünün içinde seslerini duyuruyorlar. Kalabalıklaşarak gidiyoruz. Ekipte 17 kişi olmuşuz. İlk önce sahnede üç kişi oturacaktık, basın toplantısına on kişi çıktık, bir kısmımız da izleyicilerin arasındaydı.

Ekiptekilerin uzmanlık alanları nedir?

Bir moda tasarımcısı dışında tümü mimarlardan oluşuyor.

Arsenale ile İstanbul tersanelerini bir araya getirme fikrini ve bu fikrin sergide yer alacak halini anlatabilir misiniz?

Arsenale Venedik’te bienalin yapıldığı tersane alanı. Türkiye pavyonu da Sale d’Armi salonunda yer alıyor. Bu salon, Venedik ve İstanbul tersanelerinin ortak yapı formu olan ve adına Osmanlıcada çeşm, Türkçede göz, İtalyancada volti denen, boyutları gemi boyutundan çıkmış, yaklaşık 10-12 metre genişlikte ve 50 metre uzunlukta, ahşap makaslarla örtülü bir birim. Bu birimler ihtiyaca göre yan yana eklenebiliyor, kimi gemi inşa atölyesi, kimi depo olarak kullanılabiliyor. Teknoloji değiştikçe, mesela kalyondan kadırgaya geçilirken bina formu da dönüşebiliyor. İhtiyaca göre eklenebilen modüler yapısı ve teknolojiyle birlikte değişebilmesiyle esnek bir mimarlık anlayışının ifadesi. Venedik ve İstanbul tersanelerini bir araya getirme fikri bu ortak modülden kaynaklandı.

Projede kavramsal olarak denizcilerin kendi aralarında anlaşmak için geliştirdikleri melez bir dil var. Bu melezliğin bir kadırgaya yansımış hali ve onun da mimarlıkta çatışma mekanını uzlaşma mekanına dönüştürme gibi bir misyonu var. Bu üçayağı düşünsel olarak nasıl bağlıyorsunuz?

Projeye, bu melez dil kavramının mimarlıkta da olduğunu söyleyerek başlıyoruz. Baştardanın burada inşa edileceği göz ve Venedik’te tekrar sergileneceği göz de aynı melez anlayışın ürünleri. Yani melezlik dilde evet, mimarlıkta da evet; onu önemsiyoruz ve dilin ya da mimarlığın saf şeyler olmadığını, melezliğin güzel olduğunu söylüyoruz. Bunu galiba ısrarla söylemeye devam edeceğiz. Bir saflaştırmalar ve sınır koymalar dönemi yaşıyoruz. Ona karşı uzlaşmalar arayan bir mimarlık anlayışı olmasını önemsedik.

Bienal, mimarlıkla ilgili arka planı olmayan kişileri de, yapılı çevrenin ve insanların yaşam kalitesini artırmak için katılıma teşvik ediyor. Mimarlık ve sivil toplum arasındaki bağın güçlenmesi adına önerdiğiniz başlıklar neler?

Kullanıcı katılımıyla ilgili Aravena’nın verdiği güzel bir örnek var. Tsunaminin yıkıp harap ettiği bir alanda yaşayanlarla yaptığı toplantıda maruz kaldığı düşmanca davranışlarla baş etmeye çalışır ve bunlarla ilgili belgesel üzerine konuşurken, yaşam kalitesini artırmaya çalıştığınız insanlarla aranızın dikensiz gül bahçesi olmayacağını esprili bir dille anlatır. İşin en zor yanı da bu. Latin Amerika’dan Pir Sultan’a zoom yaparsak, en çok “dostun attığı gül” yaralıyor. Ama çare yok, denemeye devam. Projemizin ana fikri, bugün atıl durumdaki Taşkızak ve Camialtı tersanelerinde sağlam kalabilmiş bir tersane gözünde bir tür Nuh’un gemisi inşa etmek. Atık malzemelerden son bir tekne. O tekneyi söküp Venedik’e yollamak, orada yeniden kurmak ve bienal bitiminde, 2016 sonlarında tekrar söküp İstanbul’a geri taşımak... Tersanenin hafızası olarak şehre iade ve hediye etmek. Hayalimiz bu. Şimdi atıl durumdaki mekanın giderek canlanması, şehri içine alması, ve baştardanın bu hikayeye tanıklık etmiş olması. Önerdiğimiz başlıklar bunlar.

Kentte bir hafıza yaratacağını düşünüyor musunuz, bu bağlamda?

Evet, tam da onu amaçlıyoruz, yollayacağımız baştardanın buradan oraya taşıdığı hafızasına Venedik hikayelerini de katıp buraya döndüğünde, Haliç’i seyrettiği yerden maceralarını gelecek kuşaklar boyunca İstanbullulara anlatmasını.

Kentsel hafıza sadece görsel hafıza da değil. Calvino’nun da dediği gibi ses, koku, hisler de içinde. Tersane kenti olmanın fiziksel mekan ve gündelik alışkanlıklarımızdaki yerini nasıl açarsınız??

Tersane kenti olmanın şiirsel bir ifadesi Foucault’nun 1967’de mimarlara hitaben yaptığı sunumun son cümlesi. Metin ancak 1984’te Foucault’nun ölümünden kısa süre önce basılıyor ama 1968 Paris ayaklanmalarının hemen öncesi yapmış sunumu, cümlenin duygusunu biraz da o konjonktür belirliyor. Heterotopya üzerine, Öteki Mekanlara Dair başlıklı konuşmasını şöyle bitiriyor Foucault: “Teknesiz toplumlarda rüyalar kurur, maceranın yerini casusluk ve korsanların yerini polis alır.” Bu cümle üzerine başka ne söylenebilir ki? Biz hem İstanbul’a, hem Venedik’e bir rüyayı hatırlatmak istiyoruz.

Projeye paralel hazırlanan kitabın içeriği nasıl?

Kitap, Namık Erkal ve Vera Costantini’nin yazıları ve onlara referans olan belge ve haritalarla Cemal Emden’in çektiği tersane fotoğraflarını birbirleriyle etkileşimli bir kurgu içinde sunacak.

Gözlerin mimarisinde kullanılan bazı elemanlar gemilerde de kullanılırmış ya da tam tersi… Kadırganın inşasında kullanılacak atık malzemelerden bahsedebilir misiniz?

Atık malzemeler tersanede hurdacıların ve eskicilerin elinden tesadüfen kurtulmuş eski parçalardan oluşuyor. Baştarda ortaya çıktığında görülecek.

İnşa, kurulum gibi süreçleri dokümante edecek misiniz?

Evet, bu süreçleri belgeliyoruz. İstanbul’daki inşa, söküm ve paketleme ile Venedik’teki yeniden kurulum süreçleri sergi süresince karşılıklı iki ekranda izlenebilecek.

XOXO The Mag izniyle yayınlanmıştır. 

Tarih/Sayı: XOXO The Mag İlkbahar/Yaz 2016-2017

 

#Darzanà #FerideÇiçekoğlu #Mehmet Kütükçüoğlu #ErtuğUçar #VenedikBienali #röportaj


Sayfanın Başına Dön