HAYALLERİN AÇTIĞI KAPILAR
HAYALLERİN AÇTIĞI KAPILAR
HAYALLERİN AÇTIĞI KAPILAR
HAYALLERİN AÇTIĞI KAPILAR
HAYALLERİN AÇTIĞI KAPILAR
HAYALLERİN AÇTIĞI KAPILAR

HAYALLERİN AÇTIĞI KAPILAR

KONUK YAZAR   14.02.2021

Bugünlerde sadece mimarlık değil, hangi konuda konuşursak konuşalım, değinmeden geçemediğimiz bir dönemin içindeyiz. Yıllar sonra tarihçiler nasıl yazacak emin değilim ama küresel olarak görece iletişim teknolojilerinin en gelişmiş olduğu bir devirde, kayıtsız kalabilmek de zor, kayıtsız olmayı tercih etmek de. Geçtiğimiz Mart ayında Dünya Sağlık Örgütü’nün küresel pandemi ilan etmesinden önce, bir veri görselleştirmesi çoktan dolanmaya başlamıştı. Dünya haritası üzerinde sadece irili ufaklı kırmızı noktaların görüldüğü, hangi ülkede kaç vaka olduğunu gösteren ilk çalışmalardan biriydi bu. En başta çok popüler olsa da, bu rakamların ve grafiklerin gittikçe çoğalmasıyla birlikte ilk zamanlardaki popülerliğini kaybetti. Bu rakamlar artık daha ulaşılabilir ve halen resmi kaynakların verilerine dayansa da, daha erişilebilir halde. Bir de tabi, ısrarlı şekilde borsayı, spor müsabakalarını takip edenler gibi bu rakamları da takip etmek mümkün. Tüm dünyanın gözlerinin çevrildiği bu rakamları küresel olarak kabul etmeye, doğruluğunu sorgulamamaya da başladık, konforlu alan seyahat kararı vermeden, dışarı çıkmadan önce birkaç rakama bakıp ona göre hareket eder olduk. Bir yandan da söz konusu rakamların temsil ettiklerinin birer ismi, sevdikleri, hayatları olduğunu da göz ardı eder olduk. Küçük bir internet aramasıyla, dünyada kaç kişinin hastalandığını, şu anki aktif hasta ve aşı sayılarını görmek mümkün. Peki ya güvenmek?

Kaynağın doğruluğu, yorumlanması ve onun bilgiye dönüşmesi gibi meseleleri çok düşünmeden bu bilgileri içselleştiriyoruz genelde. Bunu konforlu bulduğumuzu söylemek zor değil. Keza hayat zaten sürekli her detayına gömüleceğimiz bir süreç değil belki de. Konfor alanlarını hem arıyoruz, hem oluşturmak için çaba sarfediyoruz. Bu yüzden de bu rakamlara güvendiğimiz, en azından güvenmek istediğimiz söylenebilir.

Hepimiz şu tip pazarlama sözlerine aşinayızdır; şirketler hayatımızı kolaylaştırmak, bizi daha rahat ettirmek için çalışır. Satıcı ve müşteri ilişkisinde bunu adil bir anlaşma olarak okumak mümkün. Peki müşterisi olduğunu bilmediğimiz ama hareketimizle, davranışlarımızla ödeyip aldığımız hizmetler ne kadar adil? Çok uzun süredir akıllı cihazlar, bedenimizin bir parçası, uzantısı olarak varoluyor. Zihinsel olarak da bağımlığımızın sürekli arttığı bu mecrada, ekranlardan kurduğumuz konforlu alanlar başka ekranların içine sıkışıyor. Dünyayı saran salgın bir hastalık varken, bu iletişim yöntemleri arada nefes aldırtsa da günün sonunda, her şeyimizin ölçülebilir, gözlerimizin takip edilebilir, davranışlarımızın öngörülebilir olması şüphesiz soru işaretleri de oluşturuyor. Pandeminin ilk aylarında, aciliyetler ön plandayken, özellikle mimarlık gibi bir alanın içinden buna çözüm üretmenin de manasız olduğunu düşünüyordum. Mimarlık bunun üzerine düşünebilir ama çözüm yaklaşımlı süreçler özellikle acil çözümler gerektiren krizlerde başka motivasyonlar tarafından eğilip bükülebilir. Buradaki kastım insanların birbirlerine mesafelenmesini sağlayan geçici çözümler değil. Bir anda bu süreç hiç bitmeyecek gibi pandemiye uygun ofis tasarımları yapmak sokakta salgın gezerken iyi bir çözüm gibi gelmiyor kulağa değil mi? Mimarlığın, tasarımın, yaratıcı alanların kurdukları hayaller geleceği şekillendiren…

Mesala, mimarlığın daima teknolojiyle ilişkisi olduğuna herkes hem fikir olabilir. Gelişen ve ilerleyen dünyanın farklı devirlerinde yapım teknolojileri mimariyi, mimarlık da yapım teknolojilerini etkilemiş, düşünceler, hayalleri, sınırları zorlamış. Ama bunun o kadar da masum bir ilişki olduğunu düşünmek mümkün değil. Çeşitli güç odakları, mimarlığı nasıl araçsallaştırıyorsa, mimarlık da bunu teknoloji ile elbirliği içinde yapıyor. Sömürgecilerin Amerika kıtasına vardıklarında kurdukları yerleşimleri gridal düzende yapmalarını sadece ulaşım kolaylığı gibi okumak, onunla beraber aynı öneme sahip kontrolü güçlendirme meselesini geriye iter. Bugün dünyayı nokta nokta ölçerken, kullandığımız grid sistemlerinin, bir zamanların kontrol motivasyonuyla kesişmediğini söylemek mümkün mü?

Gittikçe daha akıllı olan kentler de buna benziyor, teknolojik çözümler ve fiziksel çevre birbirine göbekten bağlanmak istiyor. 2017 yılında, Kanada’nın Toronto kentinde Google’un şirketlerinden biri, Toronto için kapsamlı bir akılı şehir projesi hazırladı. Kentliler farklı biçimlerde tepkilerini gösterirken, beni en çok etkileyenlerden biri, Kanada Google’ın labrotuvar faresi değil söylemleri oldu. Bugün halen internette başarıya ulaşmayan, daha doğrusu uygulanmayan bu proje için insanların ‘neler kaçırdık’ minvalinde yazılarını bulabilirsiniz. Oysa mesele verinin toplanmasından öteydi, bir şeffaflık meselesiydi. Bugünün ilüzyonu gibi gözüken verinin her yerde olduğu gerçeği, eskiden de vardı. Bugün protokollere, şeffaflıklara ulaşmak, onların metalaşmasını takip daha meşakatli. Bilgiye dönüşürken manipülasyona ne kadar açık oldukları da ortada. Kent hakkı, yeni teknolojilerle beraber veri hakkını da artık kapsıyor. Şirket yapılarının kentleri gözetim kapitalizmi araçları kullanarak sömürmeyeceğini düşünmek çok iyi niyetli bir yaklaşım olsa da, öte yandan şeffaflık ve başka protokoller üzerinden kurulan sistemler buna ön ayak olabilir. Geçmişte olduğu gibi geleceğin kentlerinin biçimlenmesi bu farkındalıkların yükselmesi ile şekillenecek. Veri eskiden nasıl varsa, bugün erişilebilirliği arttığı için ilüzyonu artsa da yine aynı mücadele biçimlerine kapılar açacak. 

#YeltaKöm #Veri #covid19


Sayfanın Başına Dön