KAPSAYICI KENT TARİFLERİ
KAPSAYICI KENT TARİFLERİ

KAPSAYICI KENT TARİFLERİ

KONUK YAZAR   19.04.2021

Uzun zamandır pek çok şeyi yaş gruplarına indirgeyerek konuşmak zorunda kalıyoruz. Sokağa çıkış saati, seyahat izni... 20 yaş altı, 65 yaş üstü... Bu kategorilendirmenin tasarımda, mimarlıkta, kent ölçeğinde bir karşılığı var mıydı? Varsa kente nasıl yansıyor? 

Kenti tasarlamak.. kenti verimli tasarlamak.. kenti sağlıklı tasarlamak... Hepsi, aynı kentin kendisi gibi; çok katmanlı. Kentin barındırdığı değerler, kavramlar ve girdiler, beraber ve eş zamanlı olarak ya değerleniyor ya da değerini kaybediyor. Kentin sağlıklı yaşanan bir mekân olarak tasarlanabilmesi için, tüm detaylarının; tür, yaş grubu, cinsiyet ve özel ihtiyaçlar (örn: dezavantajlı bireyler) gibi ayrımlar yapılmadan, kenti paylaşan her bir canlı düşünülerek ele alınması gerekir.*  Buraya kadar yazdıklarımın, herkesin kulağına doğru geldiğini zannediyorum. Kısacası; kent kapsayıcı olmalıdır.

Ne zaman ki yapılı çevre iyi çalışmıyor ve kapsayıcı olamıyor, o zaman kentin kullanımını ve kullanıcılarını bir ‘böl-yönet’ modeli uygulayarak ele almak kaçınılmaz oluyor. Bu bölüntüleri açıklamak için mecburen çok çeşitli tarifnameler ve etiketler de yaratılıyor. Özellikle ‘Pandemi Önlemleri’ başlığı altında, bu tarifnameleri ve etiketleri sıklıkla görüyoruz. ‘20 yaş altı’ ‘65 yaş üstü’ gibi etiketler bu bahane ile dillere dolandı; ortalıkta uçuşuyor. Kente dair alışageldiğimiz yaşam dinamiklerimiz ‘kısa süre içerisinde’ değiştirildiği için de onları yadırgıyor ve kısıtlayıcı buluyoruz. Aynı, geçici bir ilaç tedavisinde olduğu gibi, kent yaşamına dair paradigmaları zorlayan bu değişikliklerin de kısa süreliğine gelmeleri makul görünüyor. Eğer ki bu müdahaleler bize eski hareket kabiliyetimizi geri vereceklerse, pek âlâ kabul edilebilir.

Aynı analoji üzerinden devam edersek bir de uzun süreli tedaviler var. Günümüzde, kent, ‘çocuk parkları’ gibi alışageldiğimiz çok çeşitli ‘yaş-etiketli’ alanlar barındırıyor. Kullanım haklarının yaşça küçük bireylere öncelendiği, kentin geri kalanında tamamen ihmal edilen ‘oynama eylemini’ gözeten donatılarla tasarlanan bu yapılı çevrelerin herkesin kulağına doğru bir uygulamaymış gibi geldiğine eminim. Bu alanlar o kadar uzun süredir bir ‘tedavi’ olarak uygulanmalarına karşın, birçok açıdan yararlarından daha büyük olan yan etkileri, en çok da kollamaya çalıştıkları kullanıcı grubuna zarar veriyor. Yaş veya başka etiketlerle ayrıştırılmış alanlara bu perspektiften de değinmek gerektiği inancındayım. Mesela, çocuk-etiketli alanlar yüzünden, kentin geri kalanında yaşça küçük bireylerin varlığı tamamen göz ardı edilebiliyor. Örnek vermek gerekirse, yaya yolları çocuklar düşünülerek tasarlanmadığı için, göz seviyelerinde deneyimleyebildikleri ‘kent’ çoğu zaman park etmiş araç dizilerinden ibaret oluyor. Dahası, etiketlenmemiş alanlarda üretebildikleri ve sergiledikleri oyunlar da ‘kural dışı’ bulunuyor. Aldo Van Eyck, 1950’lerde söylemiş:  “…çocuklar düşünülmeden yapıldıysa, yetişkin vatandaşlar için de uygun değildir.”** 

Bir de bu bahsi geçen çocuk oyun alanlarının donanımlarına bakalım. İşe ‘çocukların hem bedensel hem zihinsel gelişimine uygun alan sağlamak’ diye başlanmış olmasına karşın, bu alanların faydaları düşünüldüğünde, varılan nokta tam bir hayal kırıklığı. Adeta ’kulaktan kulağa’ oyununda ilk söylenen sözden ne kadar uzağa düşülse o kadar makbul olurmuş gibi... Bu alanların çoğu, bünyenin uzayan ilaç tedavisine bir süre sonra yanıt vermemesine benzer şekilde, çocukların motor becerilerini geliştirmeyen ve bir anlamda ‘akıl uyuşturan’ mekanlara dönüşmüş durumdalar. 

Kamusal alanı, her anlamda ve her koşulda tamamen kapsayıcı olması gereken bir organizma olarak düşünebiliriz. Eğer, bu organizmayı tasarım ile besleyeceksek- insanın yanı sıra hayvanı ve bitkiyi de ayırmadan- kentin tüm sakinlerini gözetmeliyiz. Dahası, kenti çeşitli tariflemelere ve etiketlere gerek kalmadan türetebiliyor olmalıyız. Ne vakit ki adını anmadan herkesi kapsayıcı olabiliyor mekân, işte o zaman doğa gibi akışkan bir tasarım çıkıyor karşımıza. 

Bu noktada, yapılı çevremize eleştirel bir gözle bakıp, uzun zaman önce kanıksadığımız tüm ayrıştırma etiketlerinin beraberlerinde getirdikleri türlü sağlıksız durumun farkına varmalıyız. Yaşa dayalı alan ayrımları (çocuk parkları, yaşlı evleri...), cinsiyete dayalı alan ayrımları (kadın otobüsleri fikrinden bahsetmiyorum, bildiğiniz ayrılmış umumi tuvaletler...), türe dayalı alan ayrımları (park ve bahçelerdeki köpek gezdirme bölümleri...). Tüm pozitif ayrım etiketleri, aynı, hastalık durumunda kullandığımız ilaçlar gibi olabildiğince kısa süreli uygulanmalı. Eğer bir sağlık sorununu gidermek için aldığımız bir ilaca bağımlı hale geldiysek, kronik bir hastalığımız olduğunu kabul etmemiz gerekir. Kent organizyonu bağlamında da aynı prensibin geçerli olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla, kenti sağlığına kavuşturmayı hedefliyorsak, öncelikle bu kronik durumu tüm dinamikleriyle anlamamız gerekir. 

Peşi sıra, kentin kronik etiketlerinden kurtulmak için ne yapılabilir? 

Kapasitesini aşmış kentlerde, bu etiketli donatılar bile, birçok kent sakininin yaşam alanına yeterli yakınlıkta konumlandırılmamış. Kenti iyileştirmeye, en fazla tolerans gösterdiğimiz asalak olan motorlu taşıt ağından geri alan kazanarak başlayabiliriz. Bu kazanımları, kullanıcı-spesifik etiketler koymadan, kentin akupunktur noktaları haline getirebiliriz. Önerinin doğası gereği adım adım ilerleyebilir, değişimi; etkili ve kalıcı olabilmesi için ‘aşağıdan yukarı’ (bottom-up) bir modelle örgütleyebiliriz.

Kent sakinlerini bilinçlendirerek başlatacağımız iyileşme süreci, bir de ‘genci-yaşlısı, hayvanı-çiçeği’ herkesin kullanacağı evrensel tasarımlarla buluşursa, hiç toparlanmaz sandığımız ‘kent’ bir bakmışız ki sağlığına kavuşmuş...

Bihter Çelik , -trak

*bknz: evrensel tasarım ilkeleri / universal design principles.

** “Çocuk Parkları ve Yaratıcılığın Ölümü”, Ömer Kanıpak, 2014.

#BihterÇelik #Kent #Tasarım #Verimlilik


Sayfanın Başına Dön