BEŞİKTAŞ MEYDANI'NI NELER BEKLİYOR?
BEŞİKTAŞ MEYDANI'NI NELER BEKLİYOR?
BEŞİKTAŞ MEYDANI'NI NELER BEKLİYOR?
BEŞİKTAŞ MEYDANI'NI NELER BEKLİYOR?
BEŞİKTAŞ MEYDANI'NI NELER BEKLİYOR?
BEŞİKTAŞ MEYDANI'NI NELER BEKLİYOR?
BEŞİKTAŞ MEYDANI'NI NELER BEKLİYOR?
BEŞİKTAŞ MEYDANI'NI NELER BEKLİYOR?
BEŞİKTAŞ MEYDANI'NI NELER BEKLİYOR?
BEŞİKTAŞ MEYDANI'NI NELER BEKLİYOR?
BEŞİKTAŞ MEYDANI'NI NELER BEKLİYOR?
BEŞİKTAŞ MEYDANI'NI NELER BEKLİYOR?
BEŞİKTAŞ MEYDANI'NI NELER BEKLİYOR?
BEŞİKTAŞ MEYDANI'NI NELER BEKLİYOR?
BEŞİKTAŞ MEYDANI'NI NELER BEKLİYOR?
BEŞİKTAŞ MEYDANI'NI NELER BEKLİYOR?
BEŞİKTAŞ MEYDANI'NI NELER BEKLİYOR?
BEŞİKTAŞ MEYDANI'NI NELER BEKLİYOR?

BEŞİKTAŞ MEYDANI'NI NELER BEKLİYOR?

MİMARİ   11.06.2021

Beşiktaş Meydanı’nda hızlı bir dönüşüm başladı. Ulaşım ve alt yapı odaklı olarak başlayan bu dönüşüm aynı zamanda bir meydan düzenlemesi. Ve her meydan düzenlemesi tartışmasında olduğu gibi konu ‘kamusal alan’ meselesine gelip dayanıyor. 

Beşiktaş Meydanı ile ilgili çalışmaların, çoğulcu ve aktif katılıma açık olarak kurgulanması mümkün. Bununla ilgili olarak çalışmaların içinde yer alan, tasarımcı, küratör, mimarlık eleştirmeni ve interaktif ve çevresel tasarım ofisi Emedya Design'ın kurucusu Gökhan Karakuş ile konuştuk. Karakuş aynı zamanda İBB Park, Bahçe ve Yeşil Alanlar Daire Başkanlığı, Kent Ekosistemi Danışmanı. 

Kamusal alanın ne olduğu, nasıl olması gerektiği çok konuşulan, tartışılan bir konu? Bir alanı, 'kamusal alan' yapan şey nedir?

Kamusal alanlar modern planlamada herkesin ortak kullanımına yönelik olması gerekirken, son 20-30 yılda neoliberalk kapitalist sistemde, buna hizmet eden alanlar olarak değişti. Pandemide bunun zaaflarını hep birlikte gördük.

Modern mimarlık eğitiminde kamusal alandan söz ederken, açık hava, meydanlar, parklar, cep parkları gibi herkesin ortak kullanabileceği alanlardan bahsediyorduk. Ancak son 20 yılda özelleştirmeyle ve uluslararası gayrimenkul şirketlerinin şehirdeki alanları yatırım aracı olarak görmeye başlamasıyla birlikte, kamusal alanın kamusal göründüğü ancak aslında özel alan olarak kullanıldığı bir dönemin içine girdik. Türkiye’de bunu çok net olarak görmek mümkün. ‘90larda alışveriş merkezlerinin ilk yapılışı buna bir örnekti. İlk alışveriş merkezleri, örneğin Ataköy’deki Galleria- öncelikle ticari amaçla yapıldı ancak ‘90ların sonuna doğru sosyalleşme yeri ve ‘kamusal alan’ olarak görülmeye başladı. Sonrasında bunu artarda gelen pek çok alışveriş merkezi inşaatı takip etti. Ve bir süre sonra özellikle şehirde yaşayan insanlar için böyle sosyalleşme merkezleri oluştu. Bu durum İstanbul’dan sonra pek çok büyük şehre de yayıldı.

Kamusal alanın bir ihtiyaç olduğunu biliyoruz, görüyoruz. Modern zaman öncesi insanların bir araya geldikleri yerler çarşılar, pazarlardı. Osmanlı dönemine baktığımızda devlet tarafından yapılan kamusal alan örnekleri de görüyoruz; içinde okul, aşevi, hastane, hamam gibi çeşitli ihtiyaçları karşılayan yerlerin olduğu külliyeler gibi. Bu alanlar Osmanlı yönetimi tarafından şehirlere verilen bir hizmet olarak görülüyordu ve dolayısıyla kamusal alanı teşkil ediyordu. Bunlar dışında meydanlar da pazarların kurulduğu, çeşitli toplanmaların gerçekleştiği resmi / gayrı resmi şekilde kullanılan kamusal alanlardı. Modern dönemde ise Taksi Meydanı, Kızılay Meydanı gibi daha planlanmış alanlar oluştuğunu görüyoruz. Bu alanlar merkez tarafından istenilen ve yerel yönetimler tarafından yapılan alanlardı. Liberalleşme döneminden başlayarak bu işlev onlardan alınıp, daha çok yatırımcılara verildi ve yatırımcılar da bunu alışveriş merkezleri veya kapalı sitelerde olduğu gibi belli bir ticari hedefle yapmaya başladılar. Aynı dönemde, New York, Londra gibi kentlerde de özelleştirilmiş kamusal hibrit alanlar yoğunlaşmaya başladı. Örneğin Londra’da Pancras civarında çoğu özel mülke ait alanlar oluşturulup, bu alanlar çizgilerle ayrılmıştı, çizginin bir tarafı kamusal alan, diğer tarafı özel alan olarak kullanılıyordu… Bu yaklaşım kamunun kullanımını ‘degrade’ etti. Bu degradasyonu, bu alanların özel amaçla kullanıldığını, kamusal alan olarak tanımlanamayacağını biz mimarlar anlatmaya çalıştık ancak çok insan dikkate almadı. Şimdiyse görüyoruz mi kamusal alan programlanmadığı, planlanmadığı zaman şehir kullanımı çok fazla kısıtlanıyor ve tüm sosyo-ekonomik topluluklarının bir araya gelebileceği, ortak kullanım imkanları ortadan kalkıyor.

Benim profesyonel olarak bu süreçleri daha iyi anlamam yönlendirme projeleri yaparken oldu. Türkiye’de profesyonel olarak yönlendirme, yön bulma sistemleri yapan ilk şirkettik ve mekânlardaki sirkülasyon üzerine çalışırken, hibrit kullanımları gözlemleme imkanımız oldu. Bunu net olarak gördüğümüz projelerden biri Zorlu Center’ın metrobüs bağlantısının olduğu tüneldi. Bu tünel aslında İBB’ye aitken, Zorlu Center yönetiminin mimari olarak müdahale edilmesini istemesiyle, tünel mimarlık ekibi tarafından yapıldı. Bu tünel upuzun, siyah, karaktersiz bir alandı ve dolayısıyla biz de orayı biraz insanileştirmek, insanların kullanımına açmak istedik. O nedenle de örneğin çok basit bir uygulama olarak yönlendirme tabelalarına, iki yer arasında kaç metrelik yürüyüş alanı olduğunu yazdık. Bunlar kullanım ihtiyaçlarını öngörerek yaptığımız eklemelerdi. Böylece kamusal alanın insanların sadece tüketici olarak görüldüğü değil, toplumun daha sağlıklı çalışması için yapılan, ortak kullanıma tabi alanlar olduğunu, dolayısıyla şehirde yaşayanların etkileşimi için oluşturulması gerektiğinden çoğulcu bir yaklaşıma ihtiyaç duyulduğunu ortaya koyduk.

Bu alanların aynı zamanda eski sokaklarda gördüğümüz ilişkiler üzerine kurulması gerekiyordu. Ancak bunlar planlama olarak arka plana itildiği için genellikle cılız ve karaktersiz ve distopik kaldı.

Ortak kullanım ve çoğulculuğu gerçek anlamda sağlamak için o alanlarda çalışırken nasıl bir yöntem izlemek gerekiyor?

Yönlendirme yaparken bu alanın çok dar ama etkili olduğunu gördüm. Bu işi çoğulcu bir mantıkla yapmak gerekiyor. Farklı yaş ve eğitim seviyesinden insanların ihtiyaçlarını dikkate almak önemli. Bir tabela yaptığınızda herkes onu okuyamayabilir. Hele İstanbul gibi kültürel ve eğitimsel anlamda çok farklı yapıların bir arada olduğu bir şehirde bu önemli. Farklı ülkelerden veya şehir dışındaki yerleşim yerlerinden gelen insanlar için kent bir sosyalleşme makinası gibi işlev görüyor. Dolayısıyla da buna göre oluşması gerekiyor.

Burada önemli olan birkaç konu var. Bunlardan biri elbette kamusal alan. Kamusal alan geçiş yeri olarak görülmeye başlandı halbuki öyle değil. İnsanların evlerine gittiği, ulaşım araçlarını kullandığı ve sistemin bir parçası olduğu yerde, zaman geçirmek ve başka insanlarla bir arada olmak için, para harcamak zorunda kalmadan bulunabildiği yerler olması lazım bu alanları. Ayrıca karakterleri olması gerekliliği önemli, ki bu ülkemizde biraz çetrefilli bir mesele. ‘Bir alanda nasıl karakter yaratırsın?’ sorusunun sembolik, yerel pek çok boyutu var.

Türkiye’de Arnavutköy, Dikilitaş, Okmeydanı gibi isimlere baktığında belli bir dönemde orada yaşamış topluluklardan veya o bölgede yapılan faaliyetlerden alıyor ismini. Ancak bunlar ortadan kalkıp, yerlerine bir şey koyamadığınızda karakter de kayboluyor ve isim soyutlaşıyor. Bu nedenle ‘nasıl karakter yaratabiliriz?’ diye düşünmek gerekiyor ki bu karakter de son 20 yılda neo-Osmanlı kavramları üzerinden oluşturulmaya çalışıldı. Bu denemeler çok yüzeysel olarak uygulandığı ve ‘kitch’ grafik yöntemlerle kullanıldığı için sonuç vermedi. Asistanım, tasarımcı Gözde Kavalcı ile birlikte Medipol Üniversitesi’nde çevresel grafik tasarım dersi veriyoruz ve grafik karakterin nereden geldiği, nasıl oluştuğu ve karakteri üzerine konuşuyoruz.

Önemli konulardan biri de tüm bunların doğa ile ilişkili ortamlar üzerinden konumlandırılması. Kültürel yapılar dışında, kamusal alanların %70-80 gibi bir çoğunluğu doğa ile ilişki içinde; park, yürüme yolu, sahil bantları gibi… Kamusal alan baktığınızda bunlardan oluşuyor. Yeni bir şehrin şehir olarak çalışması, büyük ölçüde doğayla ilişkisi, bir karaktere sahip olması ve insanların bir arada bulunup iletişim kurabilmeleri ile mümkün ancak.

Meydanların, sokakların, kent içindeki boşlukların ve alanların önceden kurgulanmamış, tanımlanmamış karşılaşmalarla, 'kendiliğindenlik'lerle de kimlik kazanması önemli? Bu nasıl mümkün olur? Buna nasıl alan açılır?

Modern şehir planlamasından bakarsak bu tanımlamalar, belli bir amaca hizmet ediyor. Örneğin Prost’a dönersek, onun yapmaya çalıştığı, kültür, spor ve sosyalleşmeyi bir araya getirerek modern şehir insanının kullanabileceği alanlar yaratmaktı. Bence bu hala geçerli. İç mekân olarak baktığınızda kamusal alanda pek çok tipoloji var, müzeler, tiyatrolar, hastane, okul gibi işlevsel kamusal alanlar gibi…

GAD Vakfı ile birkaç yıl önce ‘New Publics’ isimli bir sergi gerçekleştirmiştik. Bu sergi Türkiye’de son 10-15 yılda mimarlar tarafından hangi kamusal alanların oluştuğunu gösteriyordu. Mimarların çoğu bu yönde bir şeyler üretmeye çalıştılar ancak bu, belediyelerin, yerel yönetimlerin çalışması gereken bir konu. Belediyelerde böyle bir niyet ve yaklaşım yoksa bu konuda pek bir şey yapılamıyor. Bunun bir yerel yönetim stratejisi ve planı olarak ortaya çıkması gerekiyor. Ve buna bağlı olarak da bu planların çoğulcu ve katılımcı olması önemli. Bu çalışmalar empati kurularak yürütülmeli.

5-6 yıl önce Zoom Mimarlık’ta yaptığımız bir monolit sergisi için Beşiktaş Meydanı’nda bir ‘design thinking/ tasarım odaklı düşünme’ atölyesi yapmıştım. ‘Şehir içindeki monolit bir anıt neye benzemeli’ diye Beşiktaş Meydanı’ndaki insanlara sorduk. Birçoğu böyle alanlarda oturup vakit geçirmek ve doğanın içinde olmak istediklerini ifade etti. Peki orada buna göre bir planlama yapıldı mı? Hayır… Sonuçta o alanda birkaç adet bank ve 2-3 tane ağaç var. İnsanları dinleyerek ve ihtiyaçlarını anlayarak bir çalışma yapmak gerekiyor. Planlama olarak bu dönemin modern dönemden biraz daha farklı olan tarafı, insanların bu alanlarla ilgili düşüncelerini, isteklerin net olarak, zorlamadan anlayabilme imkanına sahip olmamız. Çeşitli yöntemlerle ve ‘design thinking’ gibi elimizdeki metolojilerele bu kolayca yapılabiliyor. Dolayısıyla modern planlama döneminden farklı bir dönemdeyiz. Elimizdeki tüm bu yöntemleri sürecin içine dahil etmemiz gerekiyor. Ve bu sürecin içinde yalnızca mimar ve tasarımcılar değil, elbette belediye yöneticileri de yer almalı. Bir yandan da bu alanları kullananların talebiyle şekillendirmek de önemli. Kısacası aktif katılıma ihtiyaç var.

Bugünlerde Beşiktaş Meydanı’nda gelişen süreçten bahseder misin?

Beşiktaş Meydanı’ndaki son süreç de bu şekilde gelişti. Mimarlık teorisyeni ve mimarlık eğitimi almış, yıllardır kürasyon yapan biri olarak, profesyonel olarak yürüttüğüm projelerle de birlikte kamusal alanı daha iyi anlamaya ve başka stratejilerle de birleştirmeye çalıştım, biyofilik tasarım gibi… Birkaç özel konut projesinde bahçe ve park tasarımları yaparken İBB Park ve Bahçeler Daire Başkanlığı ile iletişimimiz olmuştu. Sonrasında beni teknik danışma kuruluna davet ettiler. Peyzaj mimarların ve ekoloji uzmanlarının olduğu bu kurulda ben de insan faktörünü temsil etmek üzere yer aldım. İnsanların kamusal alan kullanımlarını neye, hangi ihtiyaç ve davranışlarına göre değerlendirmemiz gerektiği üzerine düşünüyorum ve çalışıyorum. Bu konunun içinde hem zihinsel, hem fiziksel sağlık var elbette.

Bunun yanısıra, Beşiktaş Meydanı’ndaki kaykaycıları uzun yıllardır takip ediyordum. Çok iyi kaykaycılardan oluşan bir grup var orada ve kamusal alanı yaratıcı şekilde kullanmaları benim çok hoşuma gidiyordu. Bu gruptaki kişilerden biri olan yönetmen Fatih Yılmaz’ın ‘Yıllar Ziyan’ projesini de takip ediyordum. Bir gün ‘biz de Beşiktaş Meydanı’nı kullanıyoruz, bizi unutmayın’ benzeri bir mesajlarını görünce, bu süreçte onlara kulak verilmesi gerektiğini düşündüm.

Beşiktaş Meydanı’ndaki süreç çok hızlı gelişti. Viyadük hızla kalktı, ulaşım alanları arka tarafa alındı, bir yayalaştırma süreci başladı. Alt yapısal ve ulaşımla ilgili aşamalar hemen gerçekleşti ve yayalar için de daha insani ölçekte ihtiyaçlara yönelik bir çalışma başlatıldı. Ben de bu aşamada kaykaycıları da dinlememiz gerektiğini daire başkanıyla paylaştım. Cem Sorguç ile ‘kayılabilir kamusal alan’ yapmamız gerektiği üzerine konuştuk. Fatih’i aradım (Yılmaz) ve bu şekilde olması gerektiği konusunda aynı şekilde düşündüğümüzü paylaştım. Ardından mimarlık kökenli sanatçı ve aynı zamanda kaykaycı olan Sinan Logie’yle görüştüm. Sinan son yıllarda bu konularda çok zaman harcadı. Herkesle bir araya gelip bir ‘tasarım odaklı düşünme’ atölyesi yapmaya karar verdik ki herkes meydanın bu bağlamda nasıl olması gerektiğiyle ilgili görüşlerini paylaşsın.

Bu paylaşımı, tartışmayı Beşiktaş’tan başlatıp şehre yaymamız gerekiyor. Kamusal alanı gençlerin, çocukların kullanımına nasıl açacağımız, insanların fiziksel ve ruhsal sağlığını desteklemek için, onları tüketici olarak görmeden ne şekilde kurgulanması gerektiği soruları önemli. Bunlar özellikle pandemi sonrasında daha sağlıklı şehirlerde yaşayabilmemiz için kritik. Bunu öncelikle Beşiktaş’ta gerçekleştirip, sonra hızlıca diğer mekânlara yaygınlaştırmak istiyoruz. Süreç böyle başladı.

Bir tasarım odaklı düşünme etkinliği yapıp, dünyadaki örnekleri inceleyeceğiz. Bunu yaparken gençlerin ve diğer tüm yaş gruplarındaki insanların önceliklerini ve ihtiyaçlarını netleştirmek gerekiyor. Bu da alan planlamasının daha dikkatli yapılması gerektiği anlamına geliyor. Kaykaycılar ‘90lardan beri o alanı sahiplendikleri için, sürecin ana hedefi olarak bu alanın o şekilde kalması ve etrafında dengeli bir şekilde yeni bir kent meydanı planlanması bir ihtiyaç. Biz de kaykaycıların katılımıyla tam olarak bunu yapmaya çalışıyoruz. Belediyedeki ilgili ekipler de bu ihtiyacın farkında ve bunu önemsiyor.

Şehrin sağlıklı olarak yaşaması için, bu alanların nasıl kullanılacağına dair pek çok faktörü içeren, çeşitli yaş ve gelir gruplarından, farklı fiziksel özelliklere sahip insanların katılacağı bu tip çalışmalar yapılması gerekiyor. Bu dengeli bir planlama meselesi aslında. O nedenle çoğulcu bir empati kurma gerekliliği işin özü gibi görünüyor.

Tasarımcı ve mimarlar kentte yaşayanlar ve yerel yönetimler arasında nasıl bir pozisyon almalı?

Az önce bahsettiğim ‘New Public’ sergisinin hazırlık sürecinde de gördüğüm şu oldu ki; tasarımcı ve mimarların çok büyük bir bölümü bu konuya karşı duyarlı. Ancak zaman kısıtı ve hızla geçen proje süreçleri sonucu mimar her şeyi çözemiyor elbette. O nedenle antropolojik, sosyolojik düşünme biçimleri söz konusu olmalı.

Burada sirkülasyonu dikkate almak çok önemli. Çoğu zaman sirkülasyon analizleri, mimari plan artı işletme planına göre yapılır, ancak işletme modeli çok değişebiliyor.

Sağlıklı yaşam alanları yaratmak bir dönem bir ‘trend’ olarak görüldü ama ihtiyaç olduğu anlaşıldı. Tasarım odaklı düşünme disiplinini, sağlıklı bir çevre yaratmada kullanabiliriz. Projelerin içinde bu zaman ve bütçe olarak mutlaka yer almalı. Farklı uzmanlığa sahip olan insanların, mimarlarla birlikte kendi uzmanlık alanlarını planlamanın içine alıp, uygulamaya geçirmesi gerekiyor. Ancak en önemlisi kamusal alan yükünün mimar ve kentsel planlamacılar üzerinde kalmaması, gayrimenkul yatırımcılarının da örneğin bu bilinci paylaşması…İyi örnekler çıkarabilirsek, sağlıklı çevre, alan tasarımı gibi konularda uzmanlıklar çoğalacaktır.

Röportaj: Bahar Turkay

#BeşiktaşMeydanı #GökhanKarakuş #kamusalalan


Sayfanın Başına Dön