BİR ANTİ-MODERNİST: GÖKHAN AVCIOĞLU
BİR ANTİ-MODERNİST: GÖKHAN AVCIOĞLU

BİR ANTİ-MODERNİST: GÖKHAN AVCIOĞLU

MİMARİ   1.10.2020

GAD mimarlık ofisinin kurucusu Gökhan Avcıoğlu, 90 derecenin olmazsa olmaz kabul edildiği mimarlık ortamının antitezi. Modernizmle birlikte eskiyle kopan bağlarımızın mimarlığa çok şey kaybettirdiğini düşünen Avcıoğlu ile bugünün teknolojisi üç boyutlu yazıcıların gelecek potansiyellerinden, yeni kurdukları GAD Vakfı’nın mimari eğitim müfredatının detaylarına dek birçok konu üzerine konuştuk. 

Sana göre mimarlık nedir?

Mimarlık aslen sığınma içgüdüsüyle başlamış çok eski mesleklerden biri. Çeşitli anlamlar yüklenerek iletişim kurulan mekanların yaratıldığı ve bu bilginin gelecek nesillere izler şeklinde bırakıldığı bir tanımlar bütünü... Her nesil birbiriyle etkileştiği için mimarlık da kendi içinde sürekli değişiyor. Öte yandan, kendindeki bu tür hızlı devinimleri diğer meslekler gibi gösteremiyor. Örneğin; moda kadar hızlı hareket etmiyor. Oysa mimarlık, modayı ve diğer birçok alanı etkileyebilecek yeniliklerin sürekli olduğu bir alan. Bugün, mimarlık deyince sadece binaları düşünüyoruz ama, insanın dahil olduğu her şey onun konusu. Rönesans’ta tıptan bilime, sanata kadar çeşitli yönleri olan insan modeli değişti ve mimarlık zamanla sadece yapı alanına çekildi. Bu da mimarlık için kuru bir alan. Sanat ve bilim olmadan mimarlık olmaz. Sanata ve bilime yakın olan her türlü yenilik mutlaka mimarlığa da etki ediyor. Teknolojideki değişimler buna örnek verilebilir. Kısaca, mimarlığı, ana malzemesi insan olan, sığınma içgüdüsünün ötesindeki ihtiyaçlara cevap veren yapı ve inşa teknolojisi ile kültürünü geliştirme uğraşı olarak tarif edebilirim. Mevcut durumun içinden bir şey üretmenin dışında, inşa etmenin ötesinde görünmeyen teorik alanda yeni fikirlerin oluşması ve yeni yapı tekniklerinin gelişmesi için laboratuar gibi çalışan ortamlara ihtiyaç var.

Mimarlığı yalnızca dışarıdan etkilenen bir şey gibi tarif ediyoruz çoğu zaman. Oysaki mimarlık da başka alanları etkiliyor olsa gerek.

Mimari projeyle bir simülasyon yapılıyor esasında. Mekan ilişkilerini, binayı anlatıyoruz ve insanlar bir hikaye gibi dinliyor. Ama o mekanın içine girdiklerinde ilk izlenimlerini doğrudan dile getirerek beğenebiliyorlar, yeriyle ilgili bir endişe belirtebiliyorlar, kendilerini ait hissedecekleri bir yer olup olmadığını düşünüyorlar. İnsanların yüz ifadelerinden bitmiş bir yerle ilgili ne düşündüklerini hemen anlayabiliyoruz. Kadınlar ve gay’ler bu ifade konusunda daha açık davranıyorlar, erkeklerse çok daha temkinli ve kurular. Özellikle otel, restoran ya da müze gibi daha kamusal mekanlar ilk açıldığı anda insanların onlara verdiği tepkileri izlemek çok eğlenceli oluyor.

Bu tip geri bildirimleri proje tamamlandıktan sonra da takip ediyor musun?

Türkiye’de yapılar tamamlandıktan sonra çok korumasız kaldıkları için, evet sürekli takip ediyorum. İnsanların talepleri değişiyor, bir şeyi kaldırmak, yerine başka bir şey yapmak, kat eklemek gibi fikirleri oluyor. Resmi kurumlar da böyle davranabiliyor. Toplumsal hafızanın kısa olduğu bir zamandayız. Cumhuriyetle beraber eskiye ait bilgi birikimi hem kitabi hem de insan tecrübesi olarak koparıldı. Zaman zaman bunları dile getirdiğimde cumhuriyet karşıtı gibi algılanıyorum ancak durum bu. Kadın hakları dahil cumhuriyetin getirdiği birçok önemli kazanım var ama bu değişim mimarlığa zarar verdi. Çünkü mimarlık nesilden nesile aktarılarak oluşturulan bir tecrübe. Eski yapıların yeni sahipleri oldu. Ve yeni sahipler o yapıların nasıl inşa edildiğini, hangi duygularla oluşturulduğunu bilmedikleri için daha iyilerini yapabileceklerini düşündüler, ama sonuç öyle olmadı. Benim gibi tasarımcı ve mimarların en azından gelecek nesillere bu işlerin ne olduğunu, nasıl yapıldığını, hangi duygularla ve niyetlerle gerçekleştirildiğini ve neyi temsil ettiklerini aktarması lazım. Bunu gerçekleştirmek için de bir vakıf kurduk.

Bahsettiğin o sürekliliğin kesilmesi yapım sisteminin değişmesiyle de aynı zamana geliyor. Betonarme o dönem yaygınlaşmıyor olsaydı belki çok daha başka bir süreç yaşanacaktı.

Evet, betonarmeyle birlikte katmerli bir durum yaşandı. Ama Orta Çağ’da kurulmuş kentlerini koruyarak hala içinde yaşayan ve modernizm fikrini ortaya atan Avrupa kültürü, kendi geçmişine o kadar kıymadı.

Biz neden kıydık?

Çünkü modernizmi, bunun bedelini ödemeden aldık. Onu bir formül olarak biliyoruz. Eğitim kurumlarımızı da sadece yeni olan ve onun etrafında geliştirilen fikirlerle bir şeyler öğrenme üzerine kurguladık. Bu durumda oradaki mücadeleleri okumamış oluyorsun. Örneğin Le Corbusier, tek başına ordu gibi bir mimardı. Ama Paris’in yarısını yıkıp yeniden yapmak gibi ütopik projeleri vardı ve ona karşı bir tepki oldu. Mesela Rodos’ta Lindos diye bir yer var ve arabayla girilmez o köye hala. Köyün emekle yapılmış yolları, kaldırımları hala duruyor. Otomobille elde edecekleri hızın karşılığında bu taşları kaybetmek istemiyorlar. Ofisimizin olduğu bu bina da Vedat Tek’in bir binası ve öyle lezzetleri var ki yapının... Bu lezzetlerin yerine yeni, heyecanlı şeyler de yapılabilir tabii ki ama gerekli mi? Hayır, şu anki hali gayet güzel.

Bulunduğu bölgenin imar koşulları değiştiği zaman söz ettiğin o lezzetler hiç önemsenmeksizin mevcut bina yıkılıp daha yükseği yapılabiliyor.

Yirminci yüzyılın kapitalist sisteminin değerlerine ve kağıt üstündeki hesaplara mimari karşı gelemedi, çünkü insanların korumasına ihtiyacı vardı. Ben aslen yeni binalar yapmakla ilgiliyim fakat zaman geçtikçe İstanbul gibi bir şehirde yaşadığım için ister istemez eskiyle de haşır neşir oldum. Eskinin niye hala güzel olduğu, bir inceleme konusu. Pencereleri bile olmasa eski bir yapı hala genel cismiyle çok güzel görünebiliyor. Esma Sultan Yalısı’nı çalışırken onun o cisminin lezzeti ile onu yeniden inşa etmeninkinin aynı olmayacağını anlamıştım. Bu sebeple geçici bir şey yaptık, gelecek nesiller de başka bir şey yapabilirler. Hiçbir penceresi ve sığınma güdülerini yerine getirecek işlevi olmadan da Esma Sultan ilginç bir heykel. Örneğin mübadele ile terk edilmiş Kayaköy de son derece dramatik bir görüntüye sahip. Oradaki yapılar damları olmayan, ara katları ortadan kalkmış, sadece taştan büyük heykeller gibi duruyor. Orayı yeniden restore edip etmeme konusunda karar vermek ilginç. Kayaköy’de yapılacak bir projede yapıların hepsinin içini doldurmaktansa bir kısmını olduğu gibi bırakmak radikal bir fikir...

Sana göre bugün mimaride yenilik nerede?

21. yüzyılın en önemli yeniliği üç boyutlu yazıcı olabilir. Biz de üç boyutlu yazıcı ile denemeler yapıyoruz. Bu teknoloji geliştikçe bize yeni sayfalar açıyor. Her sene ofise dünyanın çeşitli yerlerinden 20-25 tane stajyer öğrenci geliyor. Şimdi vakıf sayesinde üç boyutlu yazıcı atölyeleri yapacağız. Ben hep maketle çalışmayı sevdim. Maket hissetmemi ve bu yolla hayal etmemi sağlıyor. Üç boyutlu yazıcıysa işe zaman boyutunun da katılmasını sağlayan çok yeni bir araç. Bir simülasyon tekniği aslında. Rönesans nasıl perspektifin geliştirildiği dönem olarak anılıyorsa 21. yüzyıl da üç boyutlu yazıcılarla anılacak. Nasıl ki fotoğraf makineleri herkes tarafından erişilebilir oldu, üç boyutlu yazıcılar da benzer bir süreci izleyecek. Bu da mimarlık, yerleşme ve inşa etme kültürü konularına sadece mimarların değil, herkesin daha çok katılmasını sağlayacak.

Sen o yazılımları ne kadar kullanıyorsun?

Ne kadar yazılım programı varsa bakıp inceliyorum ama onlar üzerinde çok yoğunlaşmıyorum. Çıplak ayak koşan bir atletim, yeni kuşak ise farklı araçlarla koşuyor ama temelde hepimizin bir kondisyona ihtiyacı var.

Eski-yeni kavramına şimdiki genel yaklaşımı, yeni olup da Osmanlı-Selçuklu gibi görünen binaları nasıl değerlendiriyorsun?

O konuya sadece dekoratif amaçlı bakarsan etkilenmemek mümkün değil. Osmanlı-Selçuklu dekoratif olarak çok etkileyici bir kültür. Ama sadece buradan bakmak sığ kalıyor. O günün yapı üretme tekniklerinin hala etkisindeyim. Son zamanlardaki çalışmalarımın arka planında bunlar var diyebilirim. Bu tür konuları tartışacağız... Osmanlı- Selçuklu dayatmacı bir şekilde devletin ya da erkin davranışı haline gelince tepki doğuyor. Yaşadığımız coğrafya sadece bu perspektiften değerlendirilebilecek bir bölge değil. Çünkü Batı mimarlığının ya da bakış açısının bütün temel taşları da bu topraklarda mevcut.

Kocaman bir medeniyetin üstünde olmamıza rağmen Türkiye’de şehirlerin bütün detaylarına kadar çirkin olmasının sebebi ne?

Bu durum görsel kültürün yok olmasından kaynaklanıyor. Mübadele ile, varlık vergisi ile görsel kültüre önemli katkılarda bulunmuş insanları gönderiyorsun. Osmanlı’nın en önemli sarayları, Ermeni Barok’u tarzında yapılmıştır. İmparatorluk Selçuklu, Osmanlı, Bizans diye ayırmaz, tüm bu medeniyetler imparatorluğun çocuğudur. Bilimde “Biz kanseri böyle tedavi etmeyiz, ecdadımız bunu yapmazdı.” demezsin, mimarlıkta da böyle bir ayrıma gidemezsin.

Mimarlığın bilimsel tarafı Türkiye’de deprem olduktan sonra bile hiçbir zaman önemsenmedi. O hep daha sanatsal, görselliğe dayalı bir şey olarak algılanıyor.

Sanatsal eğitim olmadığı için o da iyi yapılamıyor. Türkiye, anayasadan itibaren mimar yönetmeliklerini, yerleşme kültürlerine olan yaklaşımlarını değiştirirse bence çok hızlı bir şekilde toparlayabilir. GAD Vakfı’ndaki amacımız aslında bu tür konulara dikkat çekmek.

Vakıf için planlarınız neler?

Vakıf, mimarlık icraatına çok yakışan bir oluşum. Devlet her zaman her türlü sosyal faaliyeti yerine getiremiyor. Amacımız; burada küçük bir okul yapmak. Yeni bir mimarlık eğitim sistemi kurmak lazım ve bence bu, altı yıl olmalı. Bunun da ilk üç yılı klasik bir eğitim olmalı. Mimarlığın ana malzemeleri çok basit: taş, toprak, ahşap. Bunların dışında kullanılan bütün malzemelerin gelecekte nasıl olacağını, nasıl eskiyeceğini bilmiyoruz. Klasik eğitimden kastım; öncelikle, yapım teknikleri. 8500 yıllık mimarlık tarihini üç yılda kronolojik bir sırayla periyodik olarak öğretmek gerek. Bunun için Alparslan Ataman’la bir müfredat hazırladık. Konu aslında binadan çok yerleşmeyle ilgili. Yerleşme de bir hendek kazmakla başlıyor. Müfredat yapı bilgisinden ziyade, yapılar arası bağların nasıl kurulduğuna odaklanıyor. Bunlar interaktif bir eğitim sistemi ile gerçekleştirilmeli. Son üç yılda ise bu bilgiyi yeni teknik ve yaklaşımlarda nasıl kullanabileceğimiz konusu çalışılmalı.

Kendi binalarının kalıcılığıyla ilgili ne düşünüyorsun? Mesela bunlar 25 yıllık yapılar mı?

25 yıl dayanan bina yaptığın zaman öp başına koy. Bu yüzden yapının neresinde olursa olsun taşla çalışmayı seviyorum. Çünkü 30 milyon yıllık bir malzeme. Ona dokunmak, onunla temas halinde olmak, güneşin ışıklarına karşı verdiği tepkileri izlemek çok keyif veriyor. Günümüz boyaları ya da farklı malzemelerin dokuları bu hisleri çok iyi veremiyor.

Tasarladığın binaların kalıntısını hayal ediyor musun?

Modern mimarlığın kalıntısı olamaz. Yeni bir otomobilin camlarını kır, döşemelerini sök, elde edeceğin kalıntı odur. Modern mimarlığın kalıntısı da ona benzer işte. Mimarlığın bir saf hali var, onu yakalamak için eğitimdeki o ilk aşamadan bahsetmiştim. O üç yıl, tarihi algılamak üzerine olmalı. Sonraki üç yılda ise onu nasıl bozacağımızı araştıracağız. Bugünün işlevleri, ihtiyaçları ve şehir anlayışı üzerine nasıl hareket edebiliriz? O yüzden üç boyutlu yazıcılar gibi kullanımların ve üretimlerin sonucunun önemli olduğunu düşünüyorum... Müteahhit sisteminin gereksiz olduğunu geçen elli yıl boyunca anladık. Üç boyutlu yazıcı sayesinde binayı fabrika alanında tasarlayıp üretebiliriz ve şantiyeye götürüp kurgusunu yapabiliriz. Bunun ilkel modellerini Bauhaus çalışıyordu ama kapı, pencere ve ara duvarlar boyutunda kaldı. Biz burada tamamen ihtiyaca uygun mekanların oluşturulup kurulmasını deniyoruz. Mimarın çizim masasından fabrikaya, fabrikadan şantiyeye ulaşabileceği ters bir üçgen üzerine çalışıyoruz. Mimar geçen 25 yılda birtakım saçma sapan kurguların emektarı olarak çalıştı. Sırf uygulama çizmek için ofisler kuruldu. Sadece detaylar yayınlayan mimarlık dergileri var. X kuşağı bu konuda heder oldu ve sonuçta meslekten nefret ettiler. Ofisteki dört-beş yaratıcı kişi dışındaki çalışan herkes yaptığı işten nefret eder hale geldi. Bu ofisin pencere, kapı detayları çalışan bir ortam olmasını istemiyorum. Bu tür üretimleri yapan firmaların detayları geliştirmesi lazım, bizim değil. Hatta çok daha ileri giderek mimarlığın konutlar üzerinden konuşulacak bir alan olmadığını bile söyleyebilirim. Çünkü konut çok kişisel bir konu.

Kendi mimarlığını nasıl tanımlıyorsun? Organik mimarlık diyebilir miyiz?

Alparslan Ataman’la birlikte ofiste 90 derece ve çevresindeki açılar üzerinden bir faaliyet sürdürülüyor. Bir köşe 90 derece mi olmalı? Diğer açılar insanlarda nasıl etkiler bırakır? Bu soruların yanıtlarını ben de merak ediyorum. Önemli bir mimar ve mühendis olan Mitsuru Sasaki’yi ofisinde ziyaret ettim. Konuşmamız esnasında Sasaki, bir soru ortaya attı: “20. yüzyıl mimarlığı ve mimarlığın ardındaki mühendislik, Mies Van der Rohe ve o takımın çizgisinde değil de Gaudi’nin çizgisinde devam etseydi neler olurdu?” Bu, yanıtını bilmediğimiz bir soru ve ben de merak ediyorum. Rohe ve onun takımı neredeyse bütün buluşlarını yaptı.

Bu soru Guggenheim Müzesi, Frank Lloyd Wright’ın ilk binası olsaydı ne olurdu, diye de sorulabilir.

Bu soruları çokça soracağız. Elimizde bazı teknikler var ve onlar bu soruları bile naif bırakabiliyor. Daha önceki yapı parçaları olan koridorlar, merdivenler, düşey ya da yatay sirkülasyonları ortaya çıkaran unsurlar yapının üzerine doğrudan adapte edilmiş. Bu parçalar yapının doğal bir parçası haline geliyor. Önümüzdeki zamanlarda bu soruların farklı açılımları olacak.

Neler okuyorsun?

Ben bibliyofilim. Sokakta ters dönmüş bir kağıt parçası gördüğümde alıp bakarım, harflerin şeklini, kelimelerin ardında yatan anlamları düşünmeyi severim çünkü kelimelerin de bir mimarlık olduğunu düşünüyorum.

Mimarlıkta asla yapmam dediğin şeyler var mı?

Tabii. Benim bir şey yaparken ikna olmam gerek, samimiyet arıyorum iş hayatımda. Osmanlı-Selçuklu tarzında görünen ama betonarme inşa edilmiş binalar samimi değil mesela... Mimarlık gibi mesleklerde referans noktaları olması gerekiyor. Sürekli birinden birine geçen müzikler silsilesi düşünelim. Birdenbire yanındaki başka bir makamdan başladığı zaman kopukluk oluyor. Tekrar ayak uydurmaya çalışınca da her zaman ritmi tutturamayabiliyorsun. Bu binadan o binaya aktarılacak olan referans çizgileri çok önemli. Referans, modern mimarların atladığı en önemli konuydu. Sokak ve meydan beraber çalışan bir unsur olmalı. Şehir planlama eğitimleri de mimarlık içinden çıkan ve anlamadığımız tarikatlara dönüştü. Bu yüzden, söz konusu referansların ne olacağı da çok önemli. Bazı görünen ve görünmeyen çizgilerin kullanılması gerekli. Referans, gözün algıladığı bir noktada oluşan bir çizgi. Bugünkü imar yönetmeliği samimiyetsiz oranlar verdiği için işe yaramıyor.

İşverenlerle iletişimin nasıl yürüyor?

İşveren kavramı çok geniş. Herkes mimarın işvereni olabilir. Bir gün ofisin karşısındaki dolmuş durağındaki şoförler bir proje yapmamı istediler mesela. O nedenle normal hayattaki iletişimin bir uzantısı aslında. 

XOXO The Mag izniyle yayınlanmıştır. 

Tarih/Sayı: XOXO The Mag İlkbahar/Yaz 2014-2015

#GADMimarlık #GökhanAvcıoğlu #mimarlık #röportah


Sayfanın Başına Dön