BİR HAYAT TARZI YARATMAK: JOSEPH DIRAND
BİR HAYAT TARZI YARATMAK: JOSEPH DIRAND

BİR HAYAT TARZI YARATMAK: JOSEPH DIRAND

MİMARİ   4.10.2020

Minimalizmi hayata dair ilham verici bir olgu olarak ele alan, otellerden konutlara, mağazalardan galerilere, dokunduğu tüm projelere bu olguyu cömertçe uygulayan bir mimar Joseph Dirand. Sosyal bir yaratık olan insanın bu yönüne ev sahipliği yapan her alanda imzası bulunan mimar, fotoğrafçı bir baba ve moda tasarımcısı bir annenin oğlu. Balmain, Chloé, Pucci, Rick Owens gibi markaların prestij butiklerini tasarlayan, işi gereği dünyanın dört bir yanına mekik dokuyan tipik bir Parisli. Yoğun programına verdiği bir esi yakaladık ve hemen telefona sarıldık.

Çocukluğundan beri ne yapmak istediğini bilen biriymişsin. Mimar olma isteğini tetikleyen ne oldu?

Sanırım evveliyatımla alakalı bir durum bu seçim. Babam mimari ve tasarım üzerinde uzmanlaşmış bir fotoğrafçıydı. Annem ise genç yaşlarında başladığı moda tasarımcılığını sürdürüyordu. Dolayısıyla erken yaşlardan itibaren bu dünyanın içerisindeyim. Sanat dünyasıyla olduğu kadar her yönüyle yaratıcı dünyayla da içli dışlıydım. Çok erken yaşlardan beri hayalimin mimari üzerine kurulu olmasının ve hayalim konusunda bu kadar kararlı olmamın nedeni buydu sanırım.

Sence bütün mimarların ortak özelliği ne?

Bu soruna nasıl cevap verebileceğimi tam olarak bilmesem de sanırım hepimizin paylaştığı birçok ortak noktanın yanında öncelikle hepimizin birbirimizden çok farklı olduğunu belirtmem gerekiyor. Bunun yanında aslında ortak nokta olmasının dışında tüm mimarların paylaşmaları gereken zorunluluklar var. Bunlardan bir tanesi de en azından hepimizin 3 boyutlu alan algısına sahip olması. Çünkü işimizin temelinde, aslında var olmayan bir şeyi hacim olgusu ile hayal etmek yatıyor.

Ortak havuzun dışına çıktığımızda sen kendi stilini nasıl tarif ediyorsun?

Başlangıçta daha çok minimal estetiğe sahip bir mimar olarak kabul ediliyordum. Fakat zaman içerisinde çok daha geniş kapsamlı projelerde farklı ülkelerde, farklı ilhamlarla çalışmaya başladım ve bu sürecin sonunda işimde birçok farklı stilin harmanlanabildiğini gördüm. Günün sonunda, stilimin aslında çerçevesi belli bir stile sahip olmamak olduğunu anladım. İşimin arkasında yatan şey, muhtemel her yola girebilmesi, fazlasıyla özgürlük ve doğru orantıda ilham. Tabii bunun yanında çoğu zaman, hali hazırda var olan binaların üzerinde çalışıyorsunuz, bu da kısıtlayıcı bir etken. Mesela New York’taki bir bina üzerinde Art Deco ilhamları kullanabilirken Paris’te eski bir bina için daha klasik ilhamlar aramak durumunda kalabiliyorum. Balmain Paris için yaptığım tasarım fazlaca klasik bir oluşumun içerisinde biraz orta yolu bulmak gibiydi. Bunun yanında hayli güncel, düz ve kavramsal çizgilere sahip projeler de oluyor. Tüm bunların temelinde sanırım insanları istediğim yerlere götürebilmek ve tasarım aşamasında benim yaşadığım özgürlüğü hissettirmek yatıyor.

Bu geniş kapsamlı tasarım sürecinde tasarlamaktan en çok keyif aldığın alanlar hangileri peki?

Bu minvalde sadece tek tip bir projeyi dikkate almam mümkün değil. Klişe fakat hepsi benim için önemli. Şu sıralar tüm dünyada birçok lüks marka için çalışıyoruz. Şimdilik listede Balmain, Alexander Wang, Emilio Pucci ve Chloé var. Birkaç marka daha eklenecek bu listeye. Mesela bu kategorideki projeler fazlasıyla ilgimi çekiyor çünkü seni yeni bir konsept üretmeye zorlarken bir yandan da modaevinin halihazırda temsil ettiklerini karışımın içinde tutmaya çalışıyorsun. Bunun yanında farklı ülkelerde çok farklı kontekstlerde çalışma fırsatı bulduğumuz konut projeleri var. Bu projeler de şimdilik New York, Londra, Tel Aviv, Beyrut, İran ve Asya’ya kadar uzanıyor. Ayrıca restoranlar, oteller ve sanat galerileri de projelerimiz arasında yer alıyor. Projeleri bu kadar detaylandırmamın nedeni aslında her birinin bir diğerinden ne kadar farklı olduğunu ifade edebilmek. Bu harika bir şey, çünkü sadece varlıklı müşteriler için konut projeleri yapıyor olsaydım kendimden nefret edebilirdim. Çok sıkıcı birine dönüşürdüm. Bu minvalde bir projeden diğerine atlamak benim için çok önemli; şu an bir restoran üzerinde çalışıyorsam diğer gün bu bir otel olmalı, ertesi gün bir konut. Tüm bu çok çeşitlilik işimi ileri götürebilmemi ve şu an olduğum kişi olabilmemi sağlıyor. Bu nedenle de kendimi yeni projelere açık tutuyorum. Bu bir tekne ya da müze de olabilir. Günün sonunda aralarından herhangi birini seçip öne çıkarmam mümkün değil.

İmzanı taşıyan evlere baktığımda, hayat standardı gözetmeksizin bu kadar düzenli bir yaşam stilinin mümkün olup olamayacağı sorusu beliriyor aklımda. Sence bu kadar minimal bir yaşam tarzı sürdürmek mümkün mü?

Minimal estetik geçmişimden gelen bir olgu aslında. Başlarda minimal sanat bana fazlasıyla ilham veriyordu. Çok soyut ve sadeleştirici bir elementti benim için. Fakat şu an tasarımlarım sadece bununla kısıtlanmıyor; bu estetik daha çok tasarım sürecini besliyor diyebilirim. Öyle ki, çok klasik bir yapıda bile fazlasıyla mükemmeliyetçi, sade ve fonksiyonel detaylara yer veriyorum. Kavramsal tasarımlar söz konusu olduğunda dahi bunun sadece minimal estetikle sınırlı kaldığını düşünmüyorum. Sorunun tam olarak cevabına gelirsem; bu alanların da yaşamak için radikal tabir edilecek mekanlar olduğunu düşünmüyorum. Daha çok hayata dair ilham veren alanlar.

Tasarladığın mekanları daha sonradan ziyaret ettiğin oluyor mu? İçlerinde yaşanmaya başlandıktan sonra senden bağımsız değişiklikler yapıldığını fark ettiğin oldu mu hiç?

Baktığınız zaman asıl değiştirdikleri şey kendileri. Çünkü yeni bir yaşam alanıyla beraber hayatlarına da yeni bir yön verilmiş oluyor. Enteresan bir döngüden bahsediyoruz aslına bakarsanız; çünkü sürecin başında bana ilham veren de beraber çalıştığım bu insanlar. Çoğu zaman belli bir projeyi seçme nedenim alan ya da insan odaklıdır. Onların tavrı ve yaşam tarzı üzerine kendi kültürümü harmanlayabilme olasılığımdır. Geçmişlerinden aldığım bu ilhamla bir sonraki noktaya ilerler ve onların gelecekteki yaşamlarını hayal ederim. Bu minvalde kişinin yanında, yaşadıkları alanın da üzerimde çok etkisi olur tabii ki. Süreç boyunca en önem verdiğim şeylerden biri de onlarla çok yakın ilişkiye sahip olmak ve projeyi mümkünse beraber yürütebilmek. Her şey bittiğinde değişen sadece yaşam alanları değil bireyin tüm yönleriyle kendisi ve zevkleri de oluyor aslında. Bu da harika hissettiriyor. Bu etkileşim süresinde, evirilmek istedikleri yönü bir anlamda kendileri belirliyorlar. Takdir edersiniz ki bu değişim ihtiyacı, hayatınız boyunca sadece bir kere yaşayacağınız bir durum değil, Dolayısıyla değişmeye devam ettikçe içinde bulunduğumuz alanı da değiştirmeye devam edeceğiz.

Babanın mimari üzerinde uzmanlaşmış bir fotoğrafçı olduğundan bahsettin. Bir tasarımcı olarak estetik anlayışını şekillendirirken babanın çektiği fotoğraflardan etkilendin mi?

Genel olarak, babamın fotoğraflarındaki kontrasttan, karanlık ve ışığın bir araya gelişinden, kompozisyondan ve derinlikle kontrast arasındaki ilişkiden etkilendiğimi söyleyebilirim. Çünkü, tasarım da tamamıyla bakışa dayalı bir disiplin, bir şeye hangi açıdan baktığın ve mekanı algılayışın yaratım sürecinde biçime ve kompozisyona karar verirken çok önemli.

Ağırlıklı olarak tercih ettiğin siyah-beyazın dışında renk paletinde hangi renkler baskın?

Aslında, renk tercihlerim projeye göre değişiyor. Projenin gerçekleşeceği ülkeye hakim olan tonlara bakıyorum, soğuk renkler mi yoksa sıcak renkler mi diye, buna göre hangi rengi kullanacağıma karar veriyorum. Mesela, şu anda üzerinde çalıştığım, Paris’teki restoran projesi yeşil ağırlıklı. Diğer taraftan Emilio Pucci projesi için bol bol kırmızı ve morumsu tonlar tercih ediyorum. Özetle, bütün renkleri seviyorum.

Merak ediyorum, lüks markalarla çalışmanın ne gibi zorlukları var? Markanın beklentileriyle senin yaratıcı vizyonun nasıl örtüşüyor?

Zorluklar elbette oluyor, çünkü her markanın kendine göre bir kimliği ve duruşu var. Ama diğer taraftan işin keyifli yönü de bu. Çalıştığım markanın çizgileri benim için ne kadar değişikse, proje de beni o kadar heyecanlandırıyor. Rick Owens’ın minimal çizgilere sahip, siyah-beyazın ağırlıklı olduğu, oldukça mimari bir tarzı varken, Pucci bir o kadar ihtişamlı ve renkli. Yani, genel olarak, alışık olduklarımın aksine, beni zorlayacak, tamamıyla farklı ve yeni şeyler yapmayı deniyorum. İnsanların gelip benden daha önce hiç tarzım olmayan bir şeyler yapmamı istemesini seviyorum. Dolayısıyla yaşadığım ve sıkıntı yaratabilecek tek zorluk zamanlamayla ilgili olabiliyor, bazen proje için yetersiz zaman verilebiliyor. Yoksa işin doğası gereği yaşanan, lokasyondan veya mekanın karmaşıklığından kaynaklanan zorluklar benim için sıkıntı yaratmıyor. Aksine, dediğim gibi, sınırlarımı zorlamayı seviyorum.

Kullanacağın materyalleri nasıl seçiyorsun? Burada da hep yeni arayışlar peşinde misin?

Kullanmaktan zevk aldığım materyaller var ve onları daha sık tercih ediyorum. Mesela mermerle çalışmayı çok seviyorum. Ama yeni şeyler keşfetmeyi de seviyorum. Mimari tasarımda da tıpkı modada olduğu gibi farklı kombinasyonlar, farklı renkler denenmesi gerektiğini düşünüyorum. Düz mermer kullanmaktansa, üzerinde pek çok farklı renk olan mermerler kullanmayı tercih ediyorum.

Projelerini yürütürken tüketici algısını ve trendleri dikkate alıyor musun?

Kalabalık bir ofis ve büyük bir şirket değiliz. Burada daha çok bir aile gibiyiz. Herkes farklı kategorilerden projelerle uğraşıyor. Trend sözcüğünden pek hoşlanmıyorum, o yüzden bir şeyler yapmanın daha iyi yollarını aradığımızı söyleyebilirim. Projeler dediğimde spesifik olarak restoranlardan, otellerden, yani yaşayan mekanlardan söz ediyorum. Ailelerin, insanların birbirleriyle etkileşim halinde olduğu, dünyanın bugününü anlamamızı sağlayan ve kültür üzerinde önemli etkileri olan mekanlar bunlar. Çünkü, bir anlamda, bugün nerede olduğumuzu ve gelecekten neler beklediğimizi yansıtıyorlar. Bu yüzden de, bu tür projelerle haşır neşir olduğumuz ve bu mekanları tanımlamakta söz sahibi olduğumuz için ofisim adına ve kendi adıma çok mutluyum.

Ödüllü bir tasarımcı olarak, aldığın ödüllerin sende nasıl yansımaları oldu?

Açıkçası, ödüllerin herhangi bir şekilde bir şeyleri değiştirebilecek etkisi olduğuna inanmıyorum. Belki bazı insanlar beni bir ödül aracılığıyla tanımış ve ofisime gelip benimle çalışmak istemiş, veya önceden tanıyor olsa da ödül kazandığımda benimle çalışmaya karar vermiş olabilir. Bu beni etkileyen bir şey değil, sadece karşı tarafla alakalı bir durum. Yani ödül aldım diye özgüvenimde herhangi bir değişiklik olmuyor. Çalışma şeklimle ilgili de neredeyse hiçbir şey değişmiyor diyebilirim. Hatta ofisimize gelen proje sayısını artırdığını bile düşünmüyorum, belki sadece, o sırada üzerinde çalıştığımız projeye farklı bakış açıları kazandırma anlamında katkısı oluyordur.

Habita Monterrey’i bu kadar özel kılan nedir?

Konumunu göz önünde bulundurduğumuzda, bu yapıyla ilişkinden ve yaratıcılık anlamında yaptığın seçimlerden bahsedebilir misin? Her açıdan çok ilham verici bir projeydi benim için; her şeyden önce renkli ve bol güneşli bir ülke olan Meksika’da yer alıyor, bulunduğu yer çok güzel, aynı zamanda da çok sıcak ve kurak. Dolayısıyla insanlar sürekli olarak, dışarının sıcağından ve güneş ışıklarından kaçmaya çalışıyorlar. Bu projede en önemli mesele, bulunduğu çevreyle ve ışıkla fazlasıyla etkileşim halinde olan bir otel yaratabilmekti. Aynı zamanda amacımız, işin içine hiç renk katmadan ve ışığı iyi kullanarak nötr bir alan yaratıp, farklı bir otel tecrübesi yaşatmaktı. Ve tabii ki terasta yer alan havuz da otele farklı bir büyü kattı ve burası aynı zamanda Monterrey’de -yine sıcaktan ötürü- dışarıda zaman geçirebileceğiniz tek yer. Bir de Monterrey’e ilk geldiğimde, belki Teksas’a da yakın olmasından dolayı, lüks otel anlayışı tamamıyla klişelere dayanıyordu; öyle ki, ucuz, sahte ve zevksiz bir Amerikan lüks anlayışı söz konusuydu. Böylece, hem Monterrey’e yeni bir şeyler getiren hem de genç nesle hitap eden bir yer ortaya çıkmış oldu. Hatta bir süre sonra Monterrey’e geri döndüğümde, Habita Monterrey’in şehrin gelişiminde büyük rol oynadığını gördüm; şehre farklı bir enerji katan yeni bir trend ortaya çıkmıştı.

Dünyanın pek çok yerinde farklı projelerin var. Bir projeyi tasarlarken ne olursa olsun kendi tarzın ve vizyonun mu ön plandadır yoksa daha çok projenin gerçekleşeceği yerin kültürel ve mimari özelliklerini mi göz önünde bulundurursun?

Bana kalırsa, bir mimarın en büyük ilham kaynağı, projeyi gerçekleştireceği yerin koşulları olsa gerek. Bu durumda, bir yerin kültürü, gelenekleri, iklim ve hava şartları çok önemli. Bir ülkenin sıcak ya da soğuk oluşu bir projeyi tamamen farklı yönlere götürebilir ve bu farklılıklar da sanırım işimle ilgili en sevdiğim şey. Bu yüzden de daha önce hiç bulunmadığım bir ülkede bir proje yapma teklifi aldığımda çok mutlu oluyorum.

Paris’te yaşamak çok ilham verici olmalı. Bu şehrin en sevdiğin tarafları neler?

Paris’in en ilham verici tarafı bence Parizyen hayat tarzı. Fransızlar, hayatı nasıl yaşadıklarına, yediklerine, içtiklerine çok önem veren insanlar. Bunun yanı sıra, bana sorarsanız, insanların birbirleriyle ilişkileri de dürüst bir şekilde yaşanıyor. Ve tabii ki Paris, mimari açıdan da çok zengin bir mirasa sahip.

Yakın zaman önce Paris Fashion Week gerçekleşti. Defilelere gitme şansın oldu mu?

Evet, tabii. Şöyle ki, modaevleri arasında müşterilerimin de bulunmasının yanı sıra, moda dünyasında neler olup bittiğini, farklı markaların nelerden esinlendiklerini görmek benim için çok önemli.

Peki kişisel tarzına gelecek olursak, tutkuyla takip ettiğin isimler hangileri?

Maalesef giyim konusunda erkeklerin kadınlardan daha az seçeneği var. Favorilerim ise Balmain ve Rick Owens tasarımları.

Son olarak, sence insana kendi evi nasıl bir his vermeli?

Bir evin, sahibini yansıtırken, aynı zamanda da bir kişinin direkt bildirisi olmaması gerektiğine inanıyorum. Aksi takdirde fazlasıyla korkutucu bir hale gelebilir. Yaşam alanı daha çok insanın hayatına ilham veren bir yer olmalı. Her şeyin fazlasıyla durağan olmasını da sevmiyorum; mimari açıdan fazlaca düz ve kesin çizgilere sahip olsa bile, insanın içindeki enerjiyi yansıtabilmeli.

XOXO The Mag izniyle yayınlanmıştır. 

Tarih/Sayı: XOXO The Mag İlkbahar/Yaz 2013-2014

#JosephDirand #modern mimari #röportah


Sayfanın Başına Dön