BİR KURUM OLARAK MİMARLIK OFİSİ
BİR KURUM OLARAK MİMARLIK OFİSİ

BİR KURUM OLARAK MİMARLIK OFİSİ

MİMARİ   1.09.2020

Kerem Erginoğlu ve Hasan Çalışlar, 1993’te kurdukları Erginoğlu & Çalışlar adlı mimarlık ofisinde çeşitli tipolojilerde ve coğrafyalarda projeler üretiyorlar. 21 yıllık ofis maceralarında yaşadıkları aşamaları ve kurumsallaşma hikayelerini -birazdan okuyacağınız sayfalarda- anlatan Kerem ve Hasan için önemli olan ofis içinde bilgi birikiminin oluşturulması ve hizmet standardının yakalanması. Sohbetimiz, ofisin işleyişinden Türkiye’de inşaatın mimarlıkla ilişkisine, restorasyon projelerinden mimari seyahatlerine dek uzandı. 

1 yıldır bir mimarlık ofisi yürütüyorsunuz. Bu süre zarfında Erginoğlu & Çalışlar nasıl gelişti?

Kerem Erginoğlu: Biz şirketi 1993’te kurduk ama aslen 2000’e kadar bizim yaptığımız, aslında kendi kendine ayakta durma çabasıydı. Daha küçük ölçekli mütevazı işler yapıyorduk, kontrol edilebilir ölçekte kendimiz çizip, kendimiz uyguluyorduk. 2000’den sonra asıl yapılanmamız, ofisleşmemiz başladı. O sene Balmumcu’daki ofisimize taşınmıştık ve ilk defa içinde kurgusu olan bir ofis düzenine geçmiştik. 12-13 kişilik bir ofistik. Birisi geldiği zaman şık görünen, sekretaryası, toplantı odası vs. bulunan, daha mimarca tasarlanmış bir yerdi. Yine o yıl benim ve Hasan’ın masalarımızda kendimize ait bilgisayarlarımız oldu. Oysa o tarihe kadar e-postalar ikimize ortak geliyordu. Tabii bunlar olunca iş yapma biçimimiz de değişmeye başladı. Onun dışında tabii biz de bir kurum olmaya başladık. Bu kurumsallaşmayı bu yeni ofise geçtikten sonra ben de kendi adıma daha çok hisseder oldum. Hem de kişi sayısı çok daha arttı.

Ofiste kaç kişisiniz şimdi?

KE: 35 civarındayız. Burası bir mimarlık ofisi olmasının ötesinde aslında bir işletme, bir müessese. O da tabii başka birtakım sorumluluklar, iş bölümleri, başka bir yapılanma gerektiriyor.
Hasan Çalışlar: Teknolojik değişimler her sektörde herkesi etkilerken, mimarlık ortamı da Türkiye’de değişti. 20 sene evvel
biz başladığımız zaman, Türkiye’deki en büyük mimarlık bürosu kaç kişiydi, şimdi kaç kişi? O zaman için bugünkü büyük ofislerle kıyaslanabilecek bir büro Türkiye’de yoktu. Doğan Tekeli’nin ofisi bile 15 kişi civarındaydı, yanlış hatırlamıyorsam.

KE: Bazen kendi aramızda biz mezun olduğumuz zaman şu anki gibi büyük ofis düzenekleri olsaydı birinin yanında çalışıyor olurduk, diye konuşuyoruz. Aslında biz biraz o yokluktan dolayı kendi ofisimizi açmak durumunda kaldık.

HÇ: Türkiye’de hem ekonominin hızla büyümesi, hem gayrimenkul sektörünün en gözde yatırım aracı olarak lider olması ve buna bağlı olarak fark yaratan birtakım mimari projelerin pazarda ön plana çıkması, emlak eklerinde ya da sitelerinde boy boy birbirinden tuhaf render’larla sahte bir mimarlık ortamının oluşması, beğensek de beğenmesek de bu mesleği gündeme getirdi. Meslek gündeme geldikçe de tabii, kendi içinde biraz fark yaratanlar ya da buna uzun zamandan beri gönül, emek ve yoğun çaba verenler, daha düzgün işverenlerle daha ilginç konularda daha göz önünde olabilen projeler ortaya çıkarmaya başladılar. Biz de aslen 2000’lerin ortalarına doğru o furyayı bir adım arkadan bile olsa yakaladık. Ondan faydalandık. Daha sonra Türk inşaat sektörünün özellikle Rusya üzerinden uluslararası pazara açılması pek çok Türk mimarlık bürosunu da aynı şekilde uluslararası pazara taşıdı. O pazarda çalışmaya başladığın zaman da başka bir standartta bir hizmet vermeye başlıyorsun. Teslim ettiğin belge ya da ürün o yıllarda Türkiye’de alışılmış olan belge ve ürüne göre çok çok üst seviyede bir şey olmak zorundaydı. Bu standardı öğrendikten sonra zaten standartlarını düşürmez hale getiriyorsun, onu koruyorsun. Onu koruduğun zaman da mecburen Türkiye içinde de o standartta hizmet alan, ürün isteyen kurumlarla çalışmaya başlıyorsun. Çünkü zaten diğerleri ya senin maddi taleplerini karşılayamıyor ya da sana ihtiyaç duymuyorlar.

Türkiye’de mimarların kendi arasında bir ofisin kurumsallaşmasının çok kötü bir şey olduğuna dair genel bir algı var.

HÇ: Evet, çok yanlış tabii bu. Şu an mesela 3. havaalanı yapılıyor, projesini Norveçli bir ofis çiziyor. Yarışma açılmış, birtakım mimarlar davet edilmiş, bundan Türkiye’den kimsenin haberi bile yok. Diğer çağırılanlar da Foster, Grimshaw gibi ofisler. O boyuttaki bir havaalanını yapmak belli bir kurumsal kültür ve birikim gerektiriyor. Norveçli ofis diye bahsettiğim Nordic’in sahipleriyle tanışmıştık, yemek yemiştik bir gün. Yalnız havaalanı yapıyorlardı, başka hiçbir şey yapmadıklarını söylemişlerdi. Şimdi böyle bir grupla senin rekabet etmen mümkün mü? Hem alışveriş merkezi çizecek, oradaki yükleme avlusunda kamyoncuların tuvalet için kullanacağı mekanların teknik özelliklerini bileceksin; hem okul yapacak, yangın standartlarına göre okulun çıkışlarını düzenleyeceksin; hem hastane çizecek, ameliyat çıkış mekanlarını çözeceksin; hem de havaalanı yapacak da bagaj dönme açılarını hesaplayacaksın. Tabii ki bunların hepsini araştırıp öğrenirsin, organize edebilirsin ama işveren perspektifinden bakacak olursak da bir hizmet alacaksan bir işi sürekli yapanı tercih edersin. Çünkü o bunu daha çok kısa sürede, daha ucuza ve hatasız bir şekilde yapıyor. Kurumsal olmanın getirisi, bazı şeyleri hakikaten çok sayıda yapmış olmaktan gelen kazanımlar. Bu bir kuruma kültür getiriyor ve hataları azaltıyor.

KE: Bence kurum olmak için illa ki bir konuda uzman olmak şart değil. Kurumsal yapı, kendi başına ayrı bir konu. Biz bunun için çeşitli danışmanlıklar alıyoruz mesela. Sonuçta hepimiz mimarlık eğitimi aldık, işletme okumadık ki. 35 kişinin çalıştığı bir yerde genç arkadaşlarımızın hayata dair kaygılarını da göz önünde bulundurmamız lazım. Bazen Hasan’la, aramızda, ofisi kapatsak ve yanımıza birer asistan alıp mimarlık yapmaya devam etsek daha çok kazanabileceğimizi konuşuyoruz. Evet, bu doğru olabilir ama onlar için durum öyle değil. Onların bütün geleceği aslında bu firma üzerinde var oluyor. Dolayısıyla ne kadar kurumsallaşmışsan senin çalışanların da sana o kadar çok güveniyor ve hayatını ona göre organize ediyor. Bu yüzden bence kurum olmak önemli. Bireysel olarak bana ya da Hasan’a bir şey olsa, burası kapanacak mı? Kapanmayacak bir yapıda olması lazım ki çalışanlarımız hayatını buradan idame ettirebilsin. Kurum, o demek aslında.

HÇ: Gerçi bizim ofisteki bazı projeleri ikimiz yalnız kalsak yapamayız. İş yükü olarak değil, aslen bilgi altyapısı olarak altından kalkmamız mümkün değil. Ofisimizde belirli konularda uzmanlaşmış, onu derinlemesine bilen, tecrübeli mimar arkadaşlarımız var. Biz tabi bazı temel fikirler ve kararlarda yönlendirici oluyoruz ama bu arkadaşların katılımı, katkısı olmadan bazı projelerin yapılabilmesi imkansız.

Türkiye’de ekonominin büyük bir payının inşaattan besleniyor olması mimarlar için olumlu bir şey mi?

HÇ: Mimarlar proje çiziyorlar ama iyi ve planlanmış bir şehre mi proje çiziyorlar? O çizdikleri binaların hangileri Kapıkule sınırlarının dışına çıktığı zaman dünyadaki meslektaşlarına gösterebileceği, övünç duyabileceği ya da takdir edileceği işler? Ya da emlak eklerindeki İngilizce isimli abuk sabuk geliştirme projelerinin hangi birini Avrupa’da göstersen meslektaşların seninle alay etmez? Elbette, söz meclisten dışarı, bazen çok iyi projeler de oluyor ama onları zaten kaç kişi yapıyor? Çok iyi denk düşen bir arsa, harika bir yatırımcı ve iyi bir mimar gibi çok zor bir araya gelecek üç bileşen senede iki kere mümkün oluyor. Ancak o zaman bu kadar inşaat arasında ortaya iyi bir proje çıkıyor.

KE: Parsel bazında iyi bir bina yapmak pek de bir şey ifade etmiyor. Yapılan işin kent ölçeğinde bir anlamı olması lazım.

Sizin Tuz Ambarları gibi birkaç restorasyon ve renovasyon projeniz oldu. Restorasyon sürecinde yapısal öğeleri koruma ya da korumama kararını nasıl veriyorsunuz?

KE: Bu kararlar çoğunlukla yerinde veriliyor, bir ameliyat gibi aslında. Ülke olarak, restorasyon projesi konusunda bir eksikliğimiz var .Yapının şimdiki halini gösteren bir rölöve, bir de orijinal halinin nasıl olduğuna dair bir restütüsyon çiziyorsun. Sonra da bir restorasyon projesi veriyorsun. Aslen bir niyet mektubudur bu, ama o niyet -tüm iyi restoratörlere ya da iyi mimarlara bakacak olursanız- yerinde yapılan sökme ya da yeni yapma esnasında aslında oluşur, ve siz o sayede iyi bir mimariye ulaşırsınız. Yoksa her şeyi baştan planlamak çok zor ve imkansız.

HÇ: Korumayı düşünmediğin bir elemanı ya da duvarı, soyduktan sonra pat diye korumaya karar verebilirsin. Ya da yüzde yüz koruman gerektiğini düşündüğün bir şey öyle bir çıkar ki, onu hiçbir şekilde korumak ya da yeniden yapmak mümkün olmayabilir. Zaten restorasyon da müspet bir bilim değil, oturmuş birtakım şeyler yok. Restoratörler, sanat tarihçileri ve arkeologlar birbirlerini yiyorlar. Bunun bir tane doğru yapım biçimi yok. Kimisi her şeyin orijinaline uygun kalması gerektiğini söylerken kimisi de binanın bir eser olmadığını, önemli olanın yaşaması olduğunu dile getiriyor. Ben de bu ikinci perspektife daha yakınım. Bina işlev değiştiren bir yapıdır; korunması gereken yerleri korunmalıdır ve korunması gerekmeyen yerleri de korunmamalıdır. Biraz içgüdüsel olarak yapılan bir iş aslında. Karşınızdaki çok önemli bir bina olmayabilir ama kentin hafızasındaki yeri önemlidir ve onu korumak icap eder. Sanat tarihçisi bakışıyla belki o binanın hiçbir özelliği yoktur ama kent hafızası ya da toplumsal hafızadaki yeri nedeniyle korunmalıdır. Ya da binanın kendisi güzeldir, çevresine ölçek getiriyordur veya iç mekanları özeldir vs. Bu konularda biraz esnek davranmak lazım. Bunu yapacak olan meslek adamının iyi niyetine, kabiliyetine ve meslek bilgisine güvenmek gerekir. Tabii ki bugün mevcut kanun, şartname ve bürokrasiyle böyle bir şey yapmak mümkün değil. Onun için bunu yapabilecek olan insanlara ayrı bir ehliyet verilmesi gündeme gelebilir. Örneğin bazı mimarlar imar kanunlarının üzerinde olabilmeli, çünkü onlar kurullardan daha doğru kararlar verebiliyorlar.

Siz öte yandan çok sayıda reklam ajansının iç mekanlarını yaptınız. TBWA ile başlayan ve şimdi konuştuğumuz Tuz Ambarları’na dek uzanan bir döneminiz oldu.

KE: Biz en son 2000 yılında bir evin iç mekanını yaptık ve ondan sonra aldığımız bir kararla ev, perakende, otel gibi yerlerin iç mekan projelerini kabul etmedik. Yalnızca ofis yapma, onu da sadece iç mekan olarak değil, tüm yapısıyla birlikte ele alma kararı aldık. HÇ: O zamanlar yaptığımız TBWA ofisi de bu anlamda bir ilkti ve Türkiye’de o tarzda yapılmış ilk ofisti. Henüz Google tarzı ofisler yoktu, zaten internet yeni girmişti hayatımıza. Herkesin sandığı gibi o tarz ofisleri bilgisayar firmaları değil, Los Angeles’taki reklamcılar başlattı. Biz de o enerjiyle epeyce büyük bir mekan da bulunca coşmuştuk. Kendimizi tutmadığımız, çok atipik bir ofis tasarımıyla gündeme gelmiştik. Bunun ardından başka firmalar da bize geldi ve o dönemde 16 tane reklam ajansı yapmış olduk. Neredeyse bütün ajansların projesini yapmışız diyebiliriz. Reklamcılar, doğru proje tanımı veren, daha doğrusu bunu işleri dahilinde doğal olarak bilen ve çalışma biçimi olarak da mimarlığa yakın bir iş yapan insanlar, dolayısıyla onlarla kolay anlaşabildik. Öte yandan, yaratıcı sektörde çalıştıkları için ofislerini yaptırmak için genelde düşük bütçeleri olur. Ucuz malzemeyle iyi mekan yapmak da her mimarın sevdiği bir şey olduğu için biz de bundan keyif aldık.

İşten artan zamanda neler yapıyorsunuz?

KE: Benim Cemal Emden’le bir kitap projem var. O fotoğraf çekiyor, ben de çiziyorum. Onunla beraber bir kitap çıkartma planımız var. Bunun dışında çocuklarımla vakit geçiriyorum. Bir de koşuyoruz. 

HÇ: Ben de yıllardır her gün koşuyorum. Sahilde koşuyorum, maraton koşuyorum. Bir de çocukluğumdan beri yazları yelken yapıyorum.

Mimarlık merkezli seyahat yapıyor musunuz? Sırf onu görmek için gidip de çok etkilendiğiniz bir bina var mı?

HÇ: Evet, bunu sıklıkla yaparız. Pek çok bina vardır ki fotoğrafından daha iyidir. Diğer taraftan, pek çok bina vardır ki fotoğrafını tercih ederim, çünkü gittiğimde hayal kırıklığına uğrarım. Zaten o yüzden bu tür seyahatlerin faydasına inanıyorum. Binanın gerçeğini görmek insanın bina hakkındaki fikrini çok değiştiriyor.

KE: Günahıyla sevabıyla binayı görebiliyorsun. Öte yandan, bina gerçekten kullanılırken onu görmek çok daha etkili oluyor. Jorn Utzon’un Kopenhag’ın dışında bir kilisesi var, onu görmeye gittiğimizde içeride org da çalıyordu, o gezi mesela epey sinematografik olmuştu. Yapıyı boş olarak görsem de strüktüründen vs. etkilenirim ama böyle kullanılırken gezince çok daha heyecan verici olmuştu. 

XOXO The Mag izniyle yayınlanmıştır. 

Tarih/Sayı: XOXO The Mag İlkbahar/Yaz 2014-2015



Sayfanın Başına Dön