BİYOPOLİTİKA VE MİMARLIK
BİYOPOLİTİKA VE MİMARLIK

BİYOPOLİTİKA VE MİMARLIK

MİMARİ   29.03.2022

Röportaj: Bahar Turkay

2013 yılında ilk baskısı yayımlanan "Mimarlığın Biyo-Politika Sözlüğü"nün girişinde yer alan "Çerçeve" şu cümleyle başlıyor; "Hemen belirtmem gerekir ki mimarlığın biyo-politikası üzerine üretilebilecek sayısız başlık var". Ve sonrasında bu başlıkların güncel sorun alanlarına ilişkin olabileceği gibi, daha tarihsel de olabileceğinin altını çiziyorsunuz. Özellikle güncel sorun alanlarına ilişkin olanlar bağlamında düşünürsek, neler söyleyebilirsiniz?
Metni esasında 2009’da yazmıştım. O günden bugüne, içinden geçtiğimiz felaketlerin, savaşların, ekonomik ve siyasi krizlerin, en sonunda da küresel salgının ve yine savaşın panoramasını adıyla sanıyla çizmek bile insanı takatsiz bırakabilir. Türkiye açısından, bana göre, o metinde on üç yıl önce koyduğum başlıklar yerli yerinde duruyor. O metnin çekirdeğindeki eleştirilerim bugünkü kâbuslar karşısında hafif bile kalıyor. Bir de tabii, on üç yıl önce, Türkçede biyopolitika konusunda hemen hiç kitap yoktu ortalıkta; bugün öyle değil neyse ki. 2016’da Onur Kartal’ın editörlüğünde, Notabene’den (Ankara) çıkan iki ciltlik derleme çok önemli bu bağlamda. Kuşkusuz başka kıymetli eserler de var, olacaktır da.

Andığınız cümlemden sonra, gentrifikasyon, global savaş, televizyonculuk, gayrimenkul üretimi, dispozitif eleştirisi gibi başlıkları saymıştım. Keza ülkelerin sınırları, vize rejimi, gettolaşma, hapsetme, eril rejim, gıda sorunu, kentsel hijyen, turizm, alışveriş merkezleri, polis devleti, ırkçılık, linç kültürü gibi, mimarları “doğrudan ilgilendirmediği” (!) varsayılan başlıklarla, tasarımcının başını kuma gömerek bertaraf etmek istediği, failliğini inkâr ettiği konuları masaya yatırmayı denemiştim. Bir farkla, bugün on üç yıl öncesini mumla aratacak bir ortamda yaşıyoruz. Gerçi kitabımdaki maddeler, karamsarlıkta şirazeyi kaçırıyor kimi yerde; kimi zaman da karamsarlığı yanlış yere yöneltiyor. Onları bugün yazmış olsaydım, orada öne sürdüklerimin bir bölümünü yinelemezdim; neticede koşullar değiştiğinden kimisi tepetaklak oldu. Şöyle özetleyebilirim bugünkü durumu: “Her şey o kadar kötü ki, en kötüsünü hayal edenler bile sonunda en iyisini hayal etmiş oluyor sadece.”

Diğer yandan, yeryüzü salgınla pençeleşiyor hâlâ, küresel eşitsizlikler giderilemiyor, tırmanıyor. Gerici ve otokrat ülkeler, yaptıklarının tersini söyleyip, olanın tam tersini gerçek diye pazarlamaktan hiç bıkmıyor. Pandemi, biyo-politikanın küresel ölçekteki gücünü değil güçsüzlüğünü ayyuka çıkardı. Bu da, geçen yıllarla gitgide biyo-politikleşmiş olmamızdan değil de, çelişkili gelebilir belki ama, dünya ölçeğinde (ve ülke ölçeğinde) biyo-politikleşemememizden ileri geliyor.

Kitapta yer alan hijyen, küresel ısınma, geri dönüşüm gibi başlıklarla ilgili aradan geçen on yılda dramatik değişimler meydana geldi. Bunları mimarlık bağlamında nasıl değerlendirirsiniz?
Hijyenden başlayalım: Pandeminin ilk günlerinde, Covid 19’un ilk ortaya çıktığı Çin’in Wuhan kentinde, dezenfektan yüklü tankerler, sokakları saf alkole boğuyordu. Bu dehşet verici görüntülere, dünyaya gönderilmiş virüs astronotları eşlik ediyordu. Ne zaman bir düşman ortaya çıksa, kitleleri yatıştıracak bir ordu icat etmek gerekir ki yapılan da o günlerde buydu. Stansilaw Lem’in Gelecekbilim Kongresi’nden fırlamış bir küresel müsekkin olarak hijyen tiyatrosu. Vahşet tiyatrosuna karşı hijyen tiyatrosu: Hijyen Galip Gelecek. Bu, sanki, “yaşam galip gelecek” ya da “iyiler galip gelecek” demekle aynı şeydir. Ama biyo-hijyenin değil de anatomo-siyasetin hüküm sürdüğü ülkelerde nüfusların kitlesel şekilde enfekte olması için var güçleriyle çalışıyordu sağlık bakanlıkları; en temel hijyen ekipmanları bile yasaklanıyordu. Ölüm tekrardan kural haline getirilmişti ve görüldüğü kadarıyla bu, sonu gelmeyen bir iktidar tasarrufu olarak, iki yılda kalıcılaştı. Biyopolitik toplumlar epidemiyolojinin yasalarını, biyopolitikleşmekten imtina eden toplumlar feodal yasayı yürürlükte tuttu. Bugün, virüs ölümcül olmaktan tümüyle çıkmışken bile, covid’den ölümler önemsizleştirilmeye devam ediyor. 

Küresel ısınmanın retoriğindeki başlıca değişim, fail ülkelerin yıllık emisyon günahlarının yüzlerine vurulmasıyla kendini gösteriyor ve Almanya gibi ülkeler, karbon emisyonunu sıfırlayacak enerji projelerini orta vadeye kadar geri çekebiliyor. Elektrikli araba sahipliğine geçişte, sanayiler, karbonlu yakıt çağının kartellerini devirmeyecek şekilde dönüşüme uğratıldığı sürece kavga çıkmıyor. Tesla, Almanya Rus gazı projesini Ukrayna’nın işgaliyle kesip atmışken, Berlin’de bile fabrika kuruyor. Savaşlarda ölenlerin sayıları verilmeye devam ediyor ama patlamaların yol açtığı karbon çıkışı herhalde sıfır kabul ediliyor ki milyarlarca dolarlık enerji dönüşümü projelerinin kazanımları, yaşadığımız günler şimdiden İkinci Soğuk Savaş veya Üçüncü Dünya Savaşı diye vaftiz edilmişken, silah yatırımlarıyla berhava olacağa benziyor.

Geri dönüşümün, komplo teorisyenlerini haklı çıkarması mümkün mü? Geri dönüşümün, tüketimini azaltmasından korkulan şakrak har-vurup-harman-savurucuları kandırmak için ileri sürülmüş bir plasebo olduğu ileri sürülüyor. Geri dönüştürmenin vicdan rahatlığıyla, kendimizi gerçekte büyük çoğunluğu yakılmaya yollanan çöplerini dikkatle ayrıştıran müşkülpesent enayilere dönüşmüş olarak bulmamız işten bile değil. Yirmi birinci yüzyıl, Roland Barthes’ın çağdaş mitolojilerine, şeytanın aklına gelmeyecek şekillerde istismar edilebilecek hijyen, küresel ısınma, geri dönüşüm gibi kavramlar ekleyeli beri, kentliler olarak içinde bu sihirli sözlerin geçtiği nice ürünü tüketmeye devam edeceğe benziyoruz.

Tekrar sözlüğe dönersek, böyle bir kitap yapmaya ve bu başlıkları derlemeye nasıl karar verdiniz? Ve içinde yer alan başlıkları neye göre belirlediniz? Bugün yazsaydınız "eklerdim" dediğiniz bir başlık var mı?
Mimarlığın Biyo-Politika Sözlüğü’nü bir dergi için uzunca bir makale olarak yayınlamamın üzerinden on üç yıl geçmiş (2009), metin bundan dört yıl sonra kitaplaşmıştı (2013, 6.45). O metin, 2009’da mimarlık dergilerimizin o güne kadar hiç başlık haline getirmedikleri biyo-politika bahsinin kapsamlı bir dosyadaki bir parçasıydı. Biraz da “sözlük”ün tumturaklılığını şaka yollu boşa çıkarmak için bu türü seçmiştim; Kiç Sözlüğü (2015, Kült) benzer mantığa sahip.

Başlıkları spontan şekilde toparladığım anlaşılıyor, burada kasıtlı bir dağınıklık var. Açıkçası bugünden bakınca, biyo-politika bahsini genişletirken sapla samanı birbirine karıştırmış olmaktan korkuyorum. Gerçi anatomo-siyasete konu olabilecek başlıklarla biyo-politika başlıklarını ayrım gözetmeksizin bir arada ele almakla, belki de mimarlığı ve daha geniş ölçekte kentçiliği tıpla eşitlemiş olabilirim. Foucault Toplumu Savunmak Gerekir’deki bir dersinde, tıbba böyle bir ayrıcalık tanımış. Tasarım pratikleri benzer şekilde müphem olabilir diye düşünülebilir, bugün de: Ne tamamen negatiftir planlama ne de tamamen pozitiftir. Yani ne tamamen kuralcıdır, buyurgandır, ne de tamamen nüfusa dairdir, uzaktan ayarlayıcıdır. Foucault bugünkü telefon uygulamalarının kudretini görseydi acaba ne düşünürdü? Biyopolitika kavramı açısından, nüfusları bedenlerine dokunmaksızın ayarlamak, mimarlık açısından nasıl mümkün olabilirdi ki? Nüfusa ait problemlerin bireylerde bir biçimde çözünmesini bekleyebiliriz, biyopolitika açısından. Eskilerin disiplinci kurumlarının gitgide iyicil olduklarını görüyoruz. Topluma yeniden kazandırma merkezleri, şifa merkezine dönüşen oteller ve yaşlılar için özel kentler gibi sayısız iyicilleşmiş mimari/kentsel oluşum söz konusu. Bunlar eskiden olduğu gibi bireyi doğrudan terbiye edecek şekilde işlemiyor; daha büyük ölçekte, istatistiklere hizmet edecek şekilde planlanıyor ve işletiliyor.

Güncel örnek olduğu için Chicago Med dizisini örnek vereyim. Bu Netflix serisi, pandemiden önce başlayıp pandemi döneminde devam etmiş bir acil servis dizisi. Şikago’daki bir hastanenin son derece hareketli, bin bir alışılmadık hikâyeyle dolu gündelik yaşamını, izleyiciyi ekrana çivileyecek şekilde ele alıyor dizi. İlk bakışta çok kanlı ve sert bir dizi izlenimi verse de kısa süre sonra, felaketlerle dolu bir mezbaha olduğu halde, burası gözümüzde yavaş yavaş dört dörtlük bir biyopolitik ihtisas kurumu olarak canlanmaya başlıyor. Neticede buradaki her faaliyet, orada çalışanların duygusal iç yaşamıyla da bütünleşerek, “ölüm oranı en düşük hastane” olmak için harcanan çabaların bir ifadesi haline geliyor. Kısacası ölüme gönderme değil sonuna kadar yaşama dahil etme etiğinin şahikası olarak biyopolitik kurumla yüz yüzeyiz. Tabii burada da gizli bir şiddet var; sırf ölüm oranını düşük göstermek için kimi hastaları bitkisel yaşam altında bir süre daha nefes alır vaziyette tutma taktikleri geliştirmek, gibi. 

Her dijital hizmetin yavaş yavaş istatistiksel mekanizmalarla teçhiz edildiği bir tür oto-biyo-politik süreçten de bahsedebilir günümüzün teknolojisi bakımından. Sözgelimi, academia.edu’da Premium üyeliğiniz varsa, kendi istatistiklerinizi yönetebiliyorsunuz, bir tür oto-sürveyans, kendi kendini gözetleme mekanizması (özpanoptik!) edinebiliyorsunuz. Küresel ölçekte atıflarınızı, anlık okurlarınızın konumlarını, vb. denetleyebilir, bu doğrultuda kimliğinizi daha etkin kılabilirsiniz. Instagram hesabınız varsa, profesyonel hesaba geçerek, buradan da gönderdiğiniz postların izlenme miktarını, çeşitli zaman aralıklarında takipçilerinizin artış grafiğini takibe alabilirsiniz. Sistem artık nüfusların denetim işini algoritmalara terk ederek, özdenetimi opsiyonlu bir hizmet olarak pazarlıyor. 

Le Corbusier’nin Modulor’unu bir canavar olarak sunmaya bayılıyordum o metni yazdığım yıllarda. (Bkz. Modulor’un Bedeni, Modern Mimarlıkta Hegemonik Erilliğin Eleştirisi, 2011, 6.45) Le Corbusier yanlış çağda doğmuş: Modulor bugün piyasaya sürülseydi, çok “tatlı” bir telefon aplikasyonu olabilirdi. İkea’nın Modulorik bir fabrikası kurulabilir bugün, aynı ürünlerin Modulor ölçülerine göre modifiye edilmiş halleri fahiş fiyatlara gidebilir! Şöyle: CNC’lerle, mobilya parçalarının görünen bir yerine dekoratif bir Le Corbusier’nin imzası kazınabilir.

Türkiye’ye dönersek, aynı nedenle RTÜK daha çok bir anatomo-iktidar mekanizmasıdır, biyopolitik olmaktan uzaktır. Foucault 1970’lerde böyle bir regresyon öngörmüş müdür, kavramı ortaya atarken? Günümüzün incelmiş biyopolitik kurumlarının, anatomo-politikleşmeye doğru rücu edecekleri öngörülebilir miydi? 

Mimarlık dili bu yıllar içinde nasıl değişti? Ve bu, ortaya çıkan üretime nasıl yansıdı, yansıyor sizce?
Tasarım alanına dair gözlemlerim çok sınırlı. Ama yazınsal anlamda dilden bahsediyorsunuz değil mi? O günden bugüne en azından Türkiye bakımından mimarlıkta dilde göze çarpan bir değişme gözlemleyemedim. Mimarlık dilindeki değişmeyi takip edebileceğimiz mimarlık dergileri ise, bu süre içinde ne yazık ki mimarlık medyası yazı bakımından çoraklaştı. Bir bütün olarak mimarlık medyası eski ve yeni yazarları örgütleyemedi, keza kitap yayınlamak konusunda da her zamanki gibi isteksizdi. Temel eserler, telif eserler konusunda girişim yok denecek kadar azdı. Önemli sergiler, sergilerin önüne ve arkasına eklenen yayın fırtınaları kopmadı. Dijital alanda da pek hareket yok. Akademiye bakalım bir de: Üniversite sayısındaki patlama, mimarlık okullarının sayısındaki patlama, beraberinde yükselmek ve atanmak için uzun kuyruklar oluşturan bir akademisyenler ordusu yaratarak, yığınla akademik mimarlık dergisinin ortaya çıkmasına sebebiyet verdi vermesine, ama o kadar. Yazıyı araç gibi gören, ömründe hatasız bir paragraf yazamamış bir alimler güruhu var ve kariyerden kariyere koştular. Genç mimarlar için çok olumsuz ve umut kırıcı bir ortam oluştu. Günümüzün dünyası, dili ve imgeyi hayat memat meselesi yapanlara göre değil.

Mimarlık ve biyo-politikanın ilişkisi üzerine düşünmek gündelik hayatımızı nasıl etkiler?
Bu yolda, mimarların gücün güdümündeki konformist ve tarafgir teknokratlıklarının, vurdumduymazlıklarının cehenneme giden yolun taşlarını döşemeye devam ettiğini gözlemleyenler var. Keza, ülkede betonizmin bu on yılda tavan yapıp aynı hızla büyük bir çöküşe girdiği yolunda gözlemler de var. Mimarların teknokrat maskelerinin, vehmedilmiş tarafsızlıklarının arkasına saklanarak işbirlikçi konumlarını berkitirken, zaten daralmış entelektüel hareket alanını büsbütün yok olma yoluna soktukları yolunda da gözlemler var. Bunlar tümden haksız mı? Üniversitedeyse, son on yılda, güvendiği dağlara karlar yağdığını görenler var. Mimarlıkta eleştirel düşünceyi temsil ettiği varsayılan çevrelerin, karşı-devrimcilikle açıktan işbirliği yapıp pazar kurduğuna ve bugüne kadar bu durumlarında bir değişiklik olmadığına tanıklık edenler de. Mimarların tümden mevzi kaybettiği, güce yanaşarak iş tutan üç maymuncuların da buna dahil oldukları artık sır değil.

Mimarlık ve biyopolitika ilişkisine kafa yormaya başlar başlamaz kendinizde kimi değişimler olur. Mesela büsbütün mutsuz olursunuz. Gözleriniz faltaşı gibi açılır. Sonra da kan çanağına döner. Ama bunların dışında iyidir tabiî. Matrix’i görmeye başlarsınız. Ceberut iktidarla yaşamcıl iktidarın taktiklerini uyanık biçimde gözden geçirirsiniz sürekli. Zihninizde inceldikçe incelen bir tartım makinesi çalışmayı sürdürür. Eleştirel kapasitenizdeki artışla beraber kendinizi daha da yalnız duyarsınız. Bununla beraber görüşünüz keskinleşir ve zihinsel sağlığınız artar. Çevrenizde ne kadar çok insanın sağlıklı düşünme kapasitesini tümden yitirmiş olduğunu görerek onlar için üzülürsünüz. Sonra da üzülmezsiniz.

 



Sayfanın Başına Dön