GÜNCEL MİMARLIK ÜZERİNE: PETER EISENMAN
GÜNCEL MİMARLIK ÜZERİNE: PETER EISENMAN
GÜNCEL MİMARLIK ÜZERİNE: PETER EISENMAN
GÜNCEL MİMARLIK ÜZERİNE: PETER EISENMAN
GÜNCEL MİMARLIK ÜZERİNE: PETER EISENMAN
GÜNCEL MİMARLIK ÜZERİNE: PETER EISENMAN
GÜNCEL MİMARLIK ÜZERİNE: PETER EISENMAN
GÜNCEL MİMARLIK ÜZERİNE: PETER EISENMAN

GÜNCEL MİMARLIK ÜZERİNE: PETER EISENMAN

MİMARİ   1.11.2020

Peter Eisenman mimarlık kuramına damga vurmuş, yaşayan en önemli isimlerinden biri. Jacques Derrida’nın yapısökümcü düşüncesi ile güçlü bir etkileşimdeki kendi mimarlık düşüncesini aktardığı, mimarlık okullarının baş ucu kitaplarından Written into Void’un da aralarında olduğu çok sayıda kitabın yazarı, aynı zamanda aktif olarak proje üreten bir mimar. Eisenman Architects’te sürdürmekte olduğu mimarlık çalışmalarının arasında Berlin’deki Yahudi Soykırımı/Holocaust Anıtı, Santiago de Compostela’daki Galicia Kültür Şehri/The City of Culture, Venedik’teki Cannaregio meydan planlaması ve elbette ki çığır açıcı Ev serisi bulunuyor. Yakın ilişkide olduğu İstanbul’un kendisini daha da yakından tanıması ise, Yenikapı Transfer Noktası ve Arkeopark Alanı yarışmasını 2012 yılında Aytaç Architects ile birlikte kazanmaları vesilesiyle oldu. Peter Eisenman’ı yakalamışken, geçtiğimiz yıl Rem Koolhaas’ın küratörlüğündeki Venedik Mimarlık Bienali Temel Unsurlar/Fundamentals sergisi için söylemiş olduğu “mimarlığın sonu” tabirinin ardından, güncel tartışma konularına dair düşüncelerini sorduk. Eisenman güncel mimarlığı “imgelerin çıldırmış durumda olduğu” bir hayal kırıklığı olarak niteliyor olsa da, -kendisinin de katılacağı- Alejandro Aravena’nın gelecek Venedik Mimarlık Bienali sergisinin bir umut ışığı yaratabileceğine inanıyor.

Yenikapı Transfer Noktası ve Arkeopark Alanı yarışması ile söze başlayalım. Eisenman Architects ve Aytaç Architects olarak ekibiniz, birincilik ödülünü kazanan üç ekipten birisiydi. Yarışmaya girmek için sizi teşvik eden ne oldu? Yarışmanın 2011-2012’deki sürecinde, arkeolojik buluntular henüz keşfedilmişti ve bugünün ana ulaşım aktarma merkezi planlanma aşamasındaydı. Yarışma beraberinde birçok tartışmayı getirdi; ve özellikle de İstanbul’un koruma sorunları ve bitmeyen inşaatlar arasındaki bugünlerinde bu tartışmalar güncelliğini koruyor.

Kariyerim süresince, işlerimin çoğu yarışmalar ile üretildi; oldukça fazla sayıda yarışmaya katılmaktayız. O yarışma da beni çok heyecanlandırmıştı; Türkiye’den çok fazla arkadaşım var, bugüne kadar Türk çalışanlarım da oldu ve halen öğrencilerim var. Ve tabii İstanbul’da, dünyadaki en muhteşem şehirlerden birinde, bir yarışmaya katılma şansı benim için cezbediciydi. Yarışmanın ana fikri, bizim düşüncemize göre Marmaray istasyonunun Yenikapı bölgesi için yeni bir ulaşım merkezi olacak olmasıydı ve bu merkez tamamlandığında günde bir milyonun üzerinde insanın geçeceği bir yer olacaktı. İstasyonda birleşen, batıdan ve doğudan gelen üç ayrı demir yolu hattı bulunuyor; bu üç hattın istasyonu ve tasarlayacaklarımız arasında çevresel bir ilişki kurmayı oldukça önemsedik. Çevresel olarak gözettiğimiz, yoğunluğu ölçeklendirmekti ve kuzeydeki, batıdaki ve doğudaki bölgelere doğru istasyondan açılabilmekti. Ayrıca şehir surlarının çoğu, bölgede hala mevcuttu; ve alan doğal bir liman niteliğindeydi. Şehir surlarını, yeni bir proje için birer ipucu olarak ele aldık; proje mevcut ve yok olan surlarla iletişime girecekti. Yani, içinde arkeoloji olan projenin kendisi de başlı başına arkeolojik bir proje. Proje tasarlanırken, arkeologlar kazı çalışmalarına devam ediyorlardı; alanın güneybatısında gelecekteki kazıları göz önünde bulundurmak durumundaydık. Böylece alanın kuzeybatısına bir müze yerleştirdik; bu müzeye istasyondan çıkan insanlar, bir meydandan geçerek ulaşıyorlardı ve bu meydan arkeolojik alandı; yani arkeoloji için para ödemiyorlardı. Ana fikir, insanların içinden geçebileceği bir filtre yaratmaktı. Güney kısımda bir araştırma merkezi ve bir çocuk müzesi de bulunuyordu.

Alanın akıbetine dair herhangi bir bilginiz var mı? Yarışmanın sonuçlanmasından üç ay sonra yerel yönetim yeni bir proje ilan etti. 500 bin metrekarenin üzerindeki dolgu alanda 1,5 milyon kişilik gösteri, festival, konser ve miting alanı olarak yapılan proje geçtiğimiz yıl tamamlandı ve halka açıldı.

Bu soruları anlamamaya çalışıyorum. Politika benim konum değil. Bildiğiniz gibi, İstanbul Belediye Başkanı bir mimar, fakat Kadir Topbaş’ın politikalarının dışında kalmayı tercih ediyorum, söylemleri üzerine konuşamıyorum. Açık alanda mitingler, gösteriler, konserler, sergiler ya da açık hava restoranları olacaksa bu tamam. Bizim yapmaya çalıştığımız, orada yaşayanları da, istasyonu kullanan yolcuları da kendisine dahil edecek, insanları alana mıknatıs gibi çekecek yeni işlevler yaratmaktı.

Yenikapı projenizi, geçtiğimiz yılki Venedik Mimarlık Bienali’nde paralel etkinlik olarak sergilediniz. Venedik’te projeyi sergilemenin, Venedik ve İstanbul arasındaki tarihsel paralelliklere de işaret ettiğini belirtiyordunuz ve iki şehrin mimarisi ve toplumları arasında ortak bir “palimpsest”ten söz ediyordunuz.

Öncelikle, 17. ve 18. yüzyıllarda Haliç bölgesinde bir milletler topluluğu yaşadığını belirtmekte fayda var; bu, İstanbul’da yaşayan ve çalışan tacirlerin oluşturduğu İtalyan bir topluluktu. Biz de, bu şehirler arasında bir ilişki yakalamak istedik; İstanbul bir kapıydı, ticaret ve kültür için önemli bir noktaydı; tıpkı Venedik Cumhuriyeti gibi. Bu projeyi sergilemek ve Venedik Bienali arasında bir ilgi kurmak istiyorduk ve araştırmamız şans eseri bizi alanda yaşamış Venedikli topluluğa ulaştırdı.

Palimpsestler ve şehir hafızası konusuna, farklı bir bağlamda devam edebiliriz. Present Pasts: Urban Palimpsests and the Politics of Memory kitabında Andreas Huyssen şöyle der: “Bir yeniden temsil olarak hafıza, her zaman geçmişin ve şimdinin arasındaki yapıcı gerilimi yıkma tehlikesi ile karşı karşıyadır; özellikle de tahayyül edilen geçmiş, tüketim kültürünün her şeye nüfuz eden sanal mekanının zamansız şimdisinde yutulduğunda”. Buna dair epey sözünüz olmalı.

Yazdıklarımda ve işlerimde, mekanın ve binaların üretiminde tüketim kültürünün rolünü irdeliyorum. Yatırımcılarla, yüklenicilerle çalışmıyorum; şehirlerin halkları için şehirlerle, belediyelerle çalışıyorum; İstanbul’da, Berlin’de, Japonya’da, Kore’de, dünyanın her yerinde... Tüketim kültürüne dahil olmayan bir insan değilim; ama eğer bununla ilgili ne düşündüğümü sorarsan, işlerimin tüketim kültüründen olabildiğince uzak kalmasına çalışıyorum. Ve eğer yaptıklarıma dikkatlice bakarsanız, onların tüketilebilir olmadıklarını görürsünüz. Mimarların çoğundan daha az işimin olmasının nedeni bu; çünkü bu kültürü eleştiriyorum. Aynı zamanda, şu an tüketime de ihtiyaç duyduğumuz bir durum içinde olduğumuzun farkındayım; fakat bu tüm mimarlıkların bunun bir parçası olması gerektiği anlamına gelmiyor, zaten yeterince mimarlık bunun içinde. Tüketmektense, açık bir kültür sağlamak için bu kültürün içinde çalıştığımızı söyleyebilirim.

Bu kültürün içinde olan ve olmayan mimarlıklardan devam edersek, geçtiğimiz aylarda Guggenheim Helsinki yarışmasına “gösteri mimarlığı”ndan bir demet sunan tam 1715 başvuru yapıldı. Şimdilerde “Bilbao Etkisi”nin yeni bir çağının başladığından söz ediliyor; “Helsinki Etkisi” terimi kullanılmaya başladı. Bunun üzerine ne düşünüyorsunuz?

Pekala, üniversitede ders verdiğimi ve ders vermenin de mimarları dünyaya hazırlamanın bir yolu olduğunu düşünerek, Helsinki yarışmasının benim için bir hayalkırıklığı olduğunu söyleyeceğim. İlk olarak, genç mimarlar ve profesyoneller için en büyük sorun, bugün mimarlığı sınırlayan ve biçimlendiren kültürel bir otoritenin olmayışından kaynaklanıyor. Kahramanlar yok; kahraman bilgisayar çünkü. Ve insanlar mimarlığın ne olduğunun, mimarlığın kültürünün eğitimini almıyor. Eğer Yenikapı projemize bakarsanız, Ayasofya’ya uzandığımızı görürsünüz; Ayasofya’nın dokularını ve fikirlerini alıp, direkt temsilden kaçınarak, bir bağlamda yere yerleştirdik. Bahsettiğim şey bu; tarihi kullanacak yollar bulmak, bağlamı kullanacak yollar bulmak -Türkiye’de ya da başka bir yerde, bunları alıp bugüne getirmek. Öğrencilerimizin, genç mimarların kültürleri ve disiplinleri ile teması kaybettiklerini düşünüyorum. Ne yapacaklarını bilmiyorlar; bunu bilgisayara bırakıyorlar. Tam da böyle günler yaşadığımız Helsinki’de, Helsinki’ye verilen yanıtlara bakınca bu apaçık görülebiliyor; hiçbirinin oranın doğasıyla, alanın biricikliğiyle, oradaki doğal ışıkla, çevresel endişelerle, ölçekle ilgili ortaya koyduğu bir şey yok. Bunlar, benim irdelediğim şeyler. Bugün, bugünün kültürü ile, dünü kullanarak yarını teşvik edecek şekilde inşa etmek nasıl mümkün olabilir? Bence bu geçerli bir fikir olmalı.

Peki sözünü edebileceğiniz bir “yeni mimarlık arayışı” var mı?

Yeninin bir amaç olduğunu düşünmüyorum. Geçmişe, şimdiyi değiştireceği için inanıyorum; bu onu yeni yapmıyor. Her şey yeni olmak zorunda değil. Eğer her şey yeni olsaydı, kültürümüzü kaybederdik. İstanbul’da yeniyi aramıyorduk; tarihsel kültürü bugüne taşıyacak yollar arıyorduk. Moda işinde değilim ki. Yeninin tüketicisi değilim.

Rem Koolhaas’ın küratörlüğünü yaptığı bienale dair sözleriniz gündeme oturmuştu. Venedik Mimarlık Bienali’nin Temel Unsurlar (Fundamentals) sergisi için “la fine dell’architettura” (“mimarlığın sonu”) dediniz; “mitolojinin, mimarinin ve her şeyin sonu” olarak nitelediniz. Bir sonraki Venedik Mimarlık Bienali’nin küratörü Alejandro Aravena’nın düellosuna dair ne düşünüyorsunuz? Sizce “sınırdan/cepheden bildirebilecek”* mi?

Öncelikle, bienale yeniden katılma daveti aldığımızı söylemeliyim, yani Aravena’nın düellosunda biz de varız. Bunun Temel Unsurlar’dan çok daha iyi bir düello olacağına inanıyorum. Temel Unsurlar tam bir ticaret fuarıydı. Ve biz ticaret fuarlarının içinde olmakla ilgilenmiyoruz... Bir strüktür olmadan, yalnızca kelimelere sahip olamazsınız. Temel Unsurlar’da, daha önce de söylediğim gibi bence eksik olan şey, bir strüktür fikrinin olmayışıydı. Aravena’nın çağrısının oldukça faydalı ve mütevazı olduğunu düşünüyorum, kesinlikle bir öncekinden daha mütevazı; biz de bu sergiye saygı göstereceğiz ve seneye bir proje göstermeyeceğiz. Aravena’nın sözlerini, “öteki ben”in bir çağrısı olarak alacağız ve son derece mütevazı bir sergi gerçekleştireceğiz; politik bir kültür vasıtası olarak mimarlığın, kendisini nasıl ortaya koyacağını göstereceğiz. Sergiye katılacağımız için gerçekten çok memnunum.

Güncel üzerine şimdiye dek konuştuğumuz durumlar belki de imajlara, imgelere mütedair. Sizse mimarlığın imgedense, metin oluşunu tartışıyorsunuz.

Söze Kuran’da imgeye ve temsil ikonlarına hayır denişi ile başlayayım. İslam dininde ve Türkiye’de benim için ilginç olan buydu; dokuların ve geometrik fikirlerin oluşu, fakat ikonların ve figürlerin olmayışı durumu. Biz her zaman temsil ve imge fikrini sorguladık. Ve biz imge yapmıyoruz. Sana binalarımızın bir görselini gösteremem, çünkü bizim binalarımız strüktürün organizasyonu ile ilgileniyor; hadi şöyle diyelim, imgenin fikrinin dışında kalan bir şeyle ilgileniyor. Şimdiye dek “oh, binalarımıza bakın” demedim. Ki binalarımızın çoğunu yerin altına koyuyoruz; çünkü biz mekana inanıyoruz ve imgenin olmadığı yerler bizce önemli. İmgeye düşmüyoruz, Helsinki’de ve güncel mimarlıkta yargıladığım durum da bu. İmgeler çıldırmış durumda.

Temsil soruları ile birlikte, Jacques Derrida’nın alanına giriyoruz; Derrida’nın düşüncelerinin işlerinizde önemli bir etkisi var. Biraz bunu açabiliriz, belki.

Jacques ve ben birlikte çalışırken bana şöyle demişti: “Aslında birlikte çalışmamıza gerek yok, benim öngördüğüm şeyleri sen şimdiden yapıyorsun”. Bu bence çok iyi bir açıklama. Derrida’yı ve zor fikirlerini okuyucularınız için biraz izah edersem, Derrida gösterilen/imlenen (sign) ve onun anlamı arasında gerekli bir ilişki olmadığını söyledi; yani bu bir gösterilenler/imlenenler denizinde yüzdüğümüz anlamına geliyor. Bu mimarlığın düşünmesi gereken bir şey; bu birincisi. İkinci olaraksa, Derrida mimarlıkta insan bilincinin sınırını aşan orijinalin; ya da her şeyden öncelikli bir şeyin olmadığını söylüyor. “Aşkın gösterilen/imlenen” (transcendental signified) diye bir şey yok. Mimarlık için bu çok önemli, çünkü mimarlığa, yani temsilin güç demek olduğuna, strüktürün güç demek olduğu ile gireceksek eğer; anlamı, tek bir anlamı ya da gösterileni/imleneni olmayan muhtemel diğer anlamlara da açmalıyız. Bu bizim öteden beri üzerinde çalıştığımız bir şey; eğer mimarlığı, çoklu okumalara açma imkanını yaratırsanız, onu karar verilemez kılarsınız. Şu Rönesans İtalyası’nda başlayan “idealizm”e inananlar için bir çift sözüm var: Artık Rönesans’taki gibi “ideal” diye bir şey yok. Şu anda bu mümkün değil. Derrida’nın argümanı tarihe, Rönesans’tan beriki üç yüz yıllık düşünce tarihine dair çok şey söyler ve ideali eleştirir. Derrida’nın eleştirisi şudur ki, eğer bir kere diyalektik eleştirirseniz -tıpkı Hegel’in idealizm eleştirisi gibi- hep aynı dünyaya sıkışır kalırsınız. Jacques hepimizin anlaması gereken, son derece önemli bir şey söyledi; yalnızca idealin, ideal olmayana karşı olduğu bir diyalektik şartın olmayışından bahsetti. Yani diyebiliriz ki sorun diyalektik ve bunu eleştirmeye ihtiyacımız var. Bizim yapmaya çalıştığımızsa, dünyamıza meta-diyalektiği sokmak; Hegel’in sentez diyalektiği değil bu yalnızca, sentezleyen de ideal strüktürün bir parçasıdır.

Buradan mevcudiyet metafiziğine (metaphysics of presence) çıkıyoruz, sanki. İmgelerden, Helsinki’den, tüketim kültüründen, bilgisayarlardan ve güncelin hali üzerine konuştuk; tüm bu gösterinin içinde gösterenlere/imleyenlere ve gösterilenlere/imlenenlere dair ne söyleyeceğinizi merak ediyorum.

Bu epey zor bir soru. Bunu tam olarak yanıtlamam bir saat daha alır. Benim yaptığım ve okulda öğrettiklerimiz türünden şeyler; mümkün olan alternatifler, çözümler değil. Mevcudiyeti sorgulayan, sentez olmayan bir mimarlık fikri. Çünkü ben mimarlığın ideal refleksinin fenomenolojik olduğunu düşünüyorum. Eğer işlerimize bakarsanız, her zaman mevcudiyete dair getirilmiş bir eleştiri vardır; mevcudiyetin iyi olduğunu söyleyen ideal kavramını eleştirmiştir. Erken dönem evlerimizden Yenikapı projesine kadar bunu ortaya koymuşuzdur; Santiago’da ve Berlin’de bunu kesinlikle görebilirsiniz. Projelerimizin çoğu, bir mevcudiyet eleştirisi taşır. İdealizmin eleştirisi, diyalektiğin eleştirisidir ve bu oldukça önemli. Aravena’nın bienalinin, bu sorunların kimileri için iyi yansımalar yaratabileceğini ve iyi sözler ortaya koyabileceğini umuyorum.

XOXO The Mag izniyle yayınlanmıştır. 

Tarih/Sayı: XOXO The Mag İlkbahar/Yaz 2015-2016

#EisenmanArchitects #PeterEisenman #AytaçArchitects


Sayfanın Başına Dön