GÜVEN İNŞA ETMEK: CAN ÇİNİCİ
GÜVEN İNŞA ETMEK: CAN ÇİNİCİ

GÜVEN İNŞA ETMEK: CAN ÇİNİCİ

MİMARİ   3.10.2020

Can Çinici, samimi bir kent okumasıyla ele almaya çalıştığı yapılarıyla Çinici Mimarlık ofisini yürütüyor. Ona göre kentsel kaliteye dair sorunlarda mimarlığa gelene değin daha makro ölçekteki sorunların göz ardı edilmemesi gerekiyor. Çinici ile, mimar anne-babanın mimar oğlu olmaktan başlayan ve mimarın konumu ve politik duruşuna doğru uzanarak kentsel dönüşüme bakışına değinen bir söyleşi yaptık. 

Türkiye’nin en güzel kampüsü olan ODTÜ kampüsünü yapmış mimarların çocuğu olmak nasıl bir his? Bu durum seni kısıtlıyor mu, yoksa önünü mü açıyor?

Onlar hep önümü açtılar. Mimarlığa ilgi duymaya başladığım ilk zamanlar ofiste sırf babam değil, annem de vardı. Ben çok küçük yaşlardan itibaren iki insanın mesleki olarak birbirini nasıl iyi tamamlayabileceğini orada görmüş oldum. Babam coşkusuyla, enerjisiyle dikkat çekiciydi, annem de babamın o coşkusunu alıp toparlamakla ve projelerdeki genel mantığı gözetmekle zaman geçirirdi. O zamanlardaki akıl ve duygu arasındaki gerilim çok hoşuma gitmişti. Beni mimarlığa çeken şey o “üretken gerilim” oldu diyebilirim. Bir de o zamanlar meslek hayatları da çok hareketliydi tabii; 60’lı 70’li yıllarda, sürekli olarak şantiyelere ve bina açılışlarına gidiliyordu. Böyle bir ortamda bulunduğumdan olsa gerek mimarlıkta kendimi her zaman rahat hissettim. Mimar olduktan sonra özellikle babam doğal olarak kendi iş anlayışına uygun olan düzenin sürdürülmesini istedi. Bu konuda benden olumlu bir yanıt alamayınca da beni serbest bıraktı diyebilirim, böylelikle çalışmalarımız zaman içinde farklılaştı. Ben kendi başıma iş yapmaya başlayınca da babamla aramızdaki mimari sürtüşmeler ve tartışmalar ilginç bir hal almaya başlamıştı, özellikle de bunlara şahit olanlar için... Bir-iki ufak tefek iş dışında sadece tek bir işte, TBMM Cami’de babamla tam anlamıyla beraber çalıştık. Annemle mimari birlikteliğimiz sürüyor sayılır, hala gelip bizim projelere bakar, önerilerini söyler. Genel bakışına ve sağduyusuna çok önem veririm, yönlendirici olur. Kısaca babamın coşkusuna ve annemin aklına çok şey borçluyum.

Annen ve babanla aynı ofisi yürütüyor olduğun için bir süreklilik sağlanması konusunda kendini sıkışmış hissediyor musun?

Hayır, hiç sıkışmış hissetmiyorum, çünkü bahsettiğin gibi bir süreklilik yok, özellikle de müşteri profili açısından. Bizimkiler daha çok devlete çalıştılar, bense son iki yıldır birkaç projede yeni yeni kamuyla çalışmaya başladım. Dolayısıyla işveren açısından bir süreklilik olduğunu söyleyemeyeceğim. Öte yandan, konuları çoğu kez kentsel bir çerçeve içinde düşünme refleksinin babamdan kalma, ondan edindiğim bir alışkanlık olduğunu söyleyebilirim. Ama bunu yapay, şekilci bir şey olarak değil de doğal bir miras olarak görüyorum. Bu düşünme şekli benden de ofisteki arkadaşlarıma geçti, geçiyor. Bizimkinin ayrışan tarafı, kente bakıp onun bilgisini biçimsel olarak doğrudan projeye yansıtmaktan daha çok, samimi bir kent okumasının getirdiği “güven”den yararlanmak.

Bostancı’daki Ada Apartmanı tasarımınızda da bu çok net hissediliyordu. “Ben buradayım” demeyen, ama kıyısı köşesi güzel tasarlanmış bir yapı o.

O doğallık çok önemli. İnsan bazen düşüncenin, inceleme ve analizin cazibesine kapıldığı zaman kendini olayın epeyce dışında konumluyor, başta umulanın aksine konuya yabancılaşabiliyor. Bazı fikirleri temsil ettiği iddiasında olan bir apartman yapmaktansa, içten ve o duruma odaklı bir mekansal deneyime önem veren bir tutum daha doğru geliyor bana. Ancak bu tutumla yapılmış bir bina, çevresi değiştikten sonra “başka” olarak kalabilir, ki bu da garip bir durum. Galiba o bölgede yaşanmakta olan kentsel dönüşüm nedeniyle Bostancı’daki apartmanın başına böyle bir şey geliyor.

Mimarlar son dönemde elitizm ile popülizm arasında tuhaf bir sarkaçta dengede durmaya çalışılıyormuş gibi geliyor. Sen kendini nasıl konumlandırıyorsun?

Ben her zaman elitist yanda yer aldım. Mimarlık işinin örnek bir davranış ortaya koymakla çok ilintili olduğunu ve gündelik yapı faaliyetinden ayrılması gerektiğini düşünüyorum. Bu da zaten kendi elitizmini doğal olarak yanında getiriyor. Elitist olmak demek, sıradanlığı, gündelik olanı düşünemiyor olmak ya da düşünmemek anlamına gelmemeli. Bu sadece mesleği bilmeye aday olmanın ya da zaman zaman ortaya koyabildiğiniz yetkinliğin getirdiği doğal bir şey. Nasıl bir doktor kendi alanında kaçınılmaz olarak seçkinciyse, aynısı mimar için de geçerlidir. Bu, “popülizm karşıtlığı” demek olabilir, ama sıradanlığı düşünememek asla değil. Herkes son kertede gündelik yaşam olarak sıradan bir hayat yaşıyor, bunu göz ardı etmemek gerek. Ama bilgi ve görgü açısından kaçınılmaz olarak çoğu iyi mimar seçkinci davranışlar sergiler, bunda da kötü bir yan göremiyorum. Aksine seçkinci olmadığını söyleyen mimardan şüphe duyarım, çünkü ya işini iyi yapmıyordur ya da bu konuşmasının arkasında başka bir planı vardır.

Mimarın politik duruşu, fikirleri ve işleri arasındaki paralellik ya da mesafe nasıl kurulur?

Mimarlık çok büyük bir oyun. Büyük resme bakmak lazım, arada birkaç kaza olabilir. Mimarlık hayatında insanlar kaza yapabilirler ve bu çok olağan bir durum. Önemli olan ne kadar az kaza yaptığın.

Senin kazan var mı?

Tabii var. Kendi çapımda kazalarım, keşke girmeseydim dediğim işler var. Bazen başına gelecekleri fark etsen de o riske giriyorsun. Bir şey sana daha cazip geliyor, bu bazen para ya da işin kendisi olabiliyor. Her mimarın başına geliyor, dedim ya, bunun az olması önemli. Bunu Sedat Hakkı Eldem de yapıyordu, bugün de her ofis bir şekilde kaza yapıyordur. Önemli olan bu kazalardan işe yarar bir tecrübeyi damıtabilmek, aynı çeşit hatalarla ikinci kez karşılaşmamaya çalışmak... Konu buraya gelince tabii söz, doğal olarak, Fener-Balat projesine gelecek; o projede yer almamı “kaza” olarak adlandıramayacağım, işin giriftliğinden çok şey öğrendiğimi söylemeliyim. Yaptığımız projeden memnunum, hala da uygulamak isterim. Orada Türkiye şartlarında neoliberal ve epeyce sert bir anlayış içerisinde çok boyutlu ve oldukça kapsamlı bir projenin hangi noktaya dek yürütülebileceğini ya da kurgulanabileceğini tecrübe etmek istedim. Bir denemeydi, ben de olan bitenin “içinde” yer almayı tercih edenlerden oldum. Yaralandım mı? Profesyonel olarak evet. Aleyhimize çok söz söylendi ama bu da hayatın bir parçası.

Kentsel dönüşümün İstanbul’u ne kadar değiştireceğini düşünüyorsun?

Kötümser olduğum bir konu bu. Planlama yoksunluğu sorununun tekrardan gündeme getirilmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Esnek, tepeden buyurgan olmayan, açık kurgulu bir planlama anlayışına gereksinimimiz var. Şehrin sıradan yapı stokunun bu kadar dizginsizce özel müteahhit firmalara bırakılmasının, özellikle de kentsel ve mekansal kalite açısından iyi bir çevre yaratmayacağını düşünüyorum.

Kamu yararını gözetecek öğenin yokluğundan söz ediyorsun.

Yaşadığımız şu günlerin yapısını bir yana koyarsak, parklar, serbest kürsü alanları, insanların rahatça faaliyetlerini sergileyebilecekleri açık ya da yarı açık mekanların, imar planları ile oluşturulamadığı uzunca bir süredir zaten herkesin malumu. Bu noktada Arnavutköy’deki pazar yerleri projelerimizden bahsetmek isterim. Orada bir nazım imar planı var ama o kadar kötü ki! Belediye bünyesinde bu konu ile ilgili görevliler, mimarlar ve diğer herkes bu imar planının nitelikli olmadığını biliyor, herkes hemfikir. Hatta bu açıkça dile getiriliyor, fakat her nedense, bu imar planları değişemiyor, değiştirilemiyor. Ortada sadece konut parsellerinden oluşan bir anlayış var, her şey binaya indirgenmiş. İmar planı hiçbir şekilde kamusal alan üretemediği gibi sokak yaşantısını da canlandıramıyor. Plana göre ya park adı altında etrafından soyutlanmış çocuk oyun alanlarının konulduğu garip yerler beliriyor ya da cami avluları gibi belirli bir kesimin kullanımına açık yerler ortaya çıkıyor. Belediye Başkanı ve Proje Daire Başkanı bu imar planının yetersiz durumunu çok iyi gördüler ve konuya daha değişik bir taraftan yaklaştılar: Pazar yerlerinin büyük açıklıklı ve yarı-açık olarak ele alınmasını, haftada iki gün esas işlevi dışında mahallelinin serbest olarak kullanabileceği, içine iki spor sahası sığabilen ve bazı gösterilerin de yer alabileceği serbest bir kamusal alan tasarlamasını istediler. Biz de bu bölgede şimdiye kadar dört pazaryeri projesi yaptık, biri bitti. Ortaya çıkan sonuç koşullar çerçevesinde, şimdilik oldukça tatminkar gözüküyor. 

Sistemin daha makro ölçeğinde çok fazla defolu nokta var ama son raddede iş mimara geldiğinde ondan dünyayı kurtarması bekleniyor, hala...

Tabii, mimar topun ağzındaki neredeyse tek acente. Bu çok büyük bir baskı ve haksızlık. Benim ilk üniversiteye girdiğim zamanlarda, bir iş beğenilmediği zaman “mimar kötü yapmış” denirdi. Aradan seneler geçti, sorumluluk çoğunlukla gene mimarların üzerine atılıyor. Kentsel mekan konusunda mimarlar tabii ki önemli ama ondan sorumlu olan diğer aktörleri de hatırlamak gerekir; politikacılar, yerel yöneticiler, yatırımcılar, bürokrasideki plancılar da bu işin içinde. Mekan, politikadan, ideolojiden muaf, sadece “teknik” ya da “tasarım ait” bir konu değil. Hepimiz kendi yaptığımız işler çerçevesinde politik/ideolojik duruş sergiliyoruz aslında, amaçlasak da amaçlamasak da... Bu açıdan bakınca mimarlık faaliyeti de aslında politikayla meşgul olmanın başka bir yolu, olana şekil verme ve direnme arasında bir yerde.

Haileybury Astana’nın ardından Gültepe’de Nef İlkokulu’nu tasarladın. Okul tasarlarken önceliğin ne oluyor?

Okul, arkadaşlar arası ilişkidir, arkadaşlarla bir arada olma faaliyetidir. Toplumun, toplum bilincinin farkına varılmaya başlandığı yerlerdir. Bu nedenle de okulun aslı yeri teneffüs alanları ve koridorlardır, sınıflar değil. Sınıflar, çoğunlukla okulun başkaca bir yüzünü, disiplinini gösterir. Açık alanlar ve koridorlar o açıdan çok önemlidir, bir anlamda sınıfların antitezidir. Burada, çocukların serbestçe koşabildikleri, mümkün olan en uzak yeri görebildikleri, kapalı alanla sınırlı kalmayacakları tiple mekanlar olmalı. Gültepe’de, o girift mahallede de öyle baktık konuya, her koridorun aydınlık olmasına, görüşün kesintiye uğramamasına özen gösterdik. Haileybury Astana’da da ne tarafa bakılırsa bakılsın 150 metreden az bir bakış menziline rastlanamaz. Bence çocukların aklının bu aydınlık ve açıklıkta kurulması gerekir.

İşten ayrı kalan vaktini nasıl geçiriyorsun?

Müzik var. Ben vaktiyle klasik müzik eğitimi almıştım ve 27 yaşına kadar epeyce ciddi piyano çalışmıştım. Özellikle babamın vefatından bu yana son iki seneden beri eskisine göre müziğe daha fazla zaman ayırmaya başladım. Çünkü iki şeyi fark ettim. Birincisi hayat sonlu bir şey, insan hiçbir uğraşısını ihmal etmemeli. İkincisi mimarlık mesleğinde zaman zaman kendinizi unuturcasına dışa dönük ve sosyal olmanız gerekiyor, bu da bir süre sonra beraberinde bir aşınma ve bir tür yorgunluk getiriyor. Onun için bir esere konsantre olmak, onu çalmaya ve yorumlamaya çalışmak çok rahatlatıcı, insanın kendi benliğini tamir etmesi için mükemmel bir uğraş, karakterinizin bir parçası oluyor.

Neler okuyorsun? Mesela mimarlık kuramı okuyor musun?

Hayatta hiç okumadığım şeyleri söyleyeyim sana. Edebiyat okumadım, hikaye, roman, şiirden anlamam, yanına yaklaşmadım, böyle gelişti hayatım. Ancak, doğrusu, bundan çok da şikayetçi değilim. Yakın çevrem bana hep edebi konulara yatkınlığımın olmadığını söylemiştir. Bunun doğruluk payı da yüksekti galiba, çünkü bu yönde herhangi bir enerji ve istek dahi duyamadım. Eskiden estetik kuramı üzerine çok okurdum, bir aralar felsefe okumaya gayret ettim. Sonunda felsefenin bizler için kendi başına okunamayacak bir şey olduğunu fark ettim, “yanlış anlayabilmeniz” an meselesi oluyor. Daha çok bu işi bilenlerin nezaretinde bir süre okumaya başladım. İngiltere’de geçirdiğim iki sene boyunca Adorno’nun Estetik Teorisi’ni, Alman felsefesi konusunda epeyce tecrübeli olan danışmanımın desteğiyle anlamaya çalıştım. Su sıralar daha çok çağdaş sanat üzerine yazılanları okumaya gayret ediyorum. Mimarlık dergisi çok az alıyorum; internet kültürü her şeye çok kolay ulaşmamızı sağlıyor çünkü, ama tabii iyi şeyi bulup ayıklamak kaydıyla... Mimarlık kuramı alanında şimdiye kadar dünyada yazılmış olanların da epeyce seçilerek okunması gerektiğini düşünüyorum, bu konuda o kadar çok kirlilik var ki ortalıkta... 

XOXO The Mag izniyle yayınlanmıştır. 

Tarih/Sayı: XOXO The Mag İlkbahar/Yaz 2014-2015

#CanÇinici #modern mimari #röportaj


Sayfanın Başına Dön