İNŞA ETMİYORUM ÇÜNKÜ BİR MİMARIM: LEON KRIER
İNŞA ETMİYORUM ÇÜNKÜ BİR MİMARIM: LEON KRIER
İNŞA ETMİYORUM ÇÜNKÜ BİR MİMARIM: LEON KRIER
İNŞA ETMİYORUM ÇÜNKÜ BİR MİMARIM: LEON KRIER
İNŞA ETMİYORUM ÇÜNKÜ BİR MİMARIM: LEON KRIER
İNŞA ETMİYORUM ÇÜNKÜ BİR MİMARIM: LEON KRIER
İNŞA ETMİYORUM ÇÜNKÜ BİR MİMARIM: LEON KRIER
İNŞA ETMİYORUM ÇÜNKÜ BİR MİMARIM: LEON KRIER

İNŞA ETMİYORUM ÇÜNKÜ BİR MİMARIM: LEON KRIER

MİMARİ   17.10.2020

Ortalığı kasıp kavurmakta iken modernizmin öğretilerini reddeden, o dönemde söylediği “inşa etmiyorum; çünkü ben bir mimarım”ı ile ikonlaşmış Krier, “artık ikna olmuş bir modernist” olduğunu söyleyerek bir an için şaşırtsa da, Le Corbusier üzerine farazi bir “Tüm İşleri, 9. Cilt” yazdığını da ilk defa bu söyleşide öğreniyoruz -ve rahat bir nefes alıyoruz. Nevi şahsına münhasır çizimlerinden daha sivri bir dile sahipse de, ruhu gerçek bir centilmen; ve mimarlık tarihinde yenilir yutulur olmayan cinsten “şey”leri, söyleneceği vaktin gelişinden çok önce ortaya koyan kişi olagelmiş Léon Krier’ın, bugünün mimarlığına ve şehirlerine dair sözlerini epey önemsemekte fayda var.

Mimarlık sahnesinde hep “kinik polemikçi” rolündesiniz. Moderne ve modernizme karşı sesinizi yükselttiğiniz zamanlarda, bu müthiş bir tabu sayılıyordu. Dönemsel mimari dogmalardan ötede, alternatif yollar yaratmak için çalıştınız ve bunu yaparken ütopyacılıktan olabildiğine kaçınmayı gözettiniz. Bugünün mimari ve şehircilik tartışmaları düşünüldüğünde, yaklaşımınız üzerine ne söyleyebilirsiniz? 

Doğuştan bir polemikçi değilim. Bu ruhumda yoktu; fakat doğduğum yerin, bir mimari, şehircilik ve peyzaj mücevheri olan kentimin (Lüksemburg) modernizmin yanlış fikirleri yüzünden harabeye döndüğünü görünce uyandım. İçinde büyüdüğüm konağın yerine, hantal ve bayağı bir ofis kompleksi oturtuldu. Güzeller güzeli Corniche Linden promenadı asfalt ile süpürüldü ve hapishaneden fırlamış lamba direkleriyle donatıldı. Ben yalnızca, söylenmesi gereken ve bir elin parmaklarını geçmeyen kişilerce dile getirilebilecek şeyleri söylüyorum. İnsanın rasyonel davranma yetisi illüzyonlarına hiçbir zaman kapılmadığım doğru; fakat beni kinik yapan bu değil. Bugünün ciddiye alınacak yegane mimari/şehircilik tartışması, ABD’deki Yeni Şehircilik/New Urbanism çevrelerinde gerçekleşiyor. Fakat ne yazık ki, oradaki argümanlar ve fikirler medya tarafından karikatürleştiriliyor. Bunun da sebebi şudur ki; bugün yalnızca mimarların çoğunluğunun değil, mimarlık ve sanat eleştirmenlerinin de modası geçmiş ideolojilerle beyinleri yıkanmış halde -modernizm ya da postmodernizm, bu ideolojilere ne derseniz deyin, ikisi de aynı doxa’ya çıkıyor.

Yeni Şehircilik demişken, bugün insan/kentli ölçekli şehirler yaratmak, öncelikli kentsel endişelerden birisi haline geldi. Gelişmekte olan Cittaslow Hareketi ya da Avrupa’da yayılmakta olan yürünebilir şehir politikaları gibi; Eski Dünya, kaynaklarının tükenişi karşısında paniğe kapılmaya başladı. Bu tabloda, söz konusu girişimleri nasıl görüyorsunuz?

Yalnız Eski Dünya değil, tüm dünya ölümcül fosil ve nükleer yakıt bağımlılığımızı ve kaçınılmaz sonu idrak etmeye başladı. Bir sorun karşısında umursamazlıktan paniğe kapılmaya geçmek bir uyanış habercisi olsa da, aynı zamanda ne yapılacağının bilinmeyişinin bir işareti. “Yürünebilir şehir” konsepti, eğer yalnızca hem yatayda, hem de düşeyde yürünebilecekse anlamlı olur. Ki bu ekolojik farkındalık hareketinin de ticari, kültürel ve politik güç merkezlerince sistemin bir parçası haline getirilerek berbat edildiğinin farkındasınızdır. Nitekim sürdürülebilirlik, bugünün en istismar edilen ve hastalıklı kullanılan terimi. Dillere pelesenk edilen ekolojik banliyö, yeşil gökdelen, yeşil ulaşım, yeşil besin ve yeşil yakıt; kısaca yeşil her şey, sıfır karbon projelerinin tümü gibi, bir yalan. Bugünün deviniminde, bunlar mümkün değil. Gerçekten doğru yegane ekolojik şehir, karma kullanımlı, karma ölçekli ve karma gelirli geleneksel şehirdir; bu şehir yerel malzeme kaynaklarını, tekniklerini ve zanaatını kullanır, böylece inşa eder, kullanır ve korur.

Öte yandan, söz konusu yaklaşımların popülerleşmesi ile birlikte, birtakım “yıldız-yeni-şehircilik” girişimleri peyda olmaya başladı; Damien Hirst’ün Devon’daki 750 evlik sürdürülebilir eko-köyü, ya da Norman Foster’ın henüz duyurulan Dubai “Hipster Tasarım Köyü” gibi…

Modernizm, hem mimari, hem de şehircilik bağlamında Hidrokarbon Ekonomisi’nin bir semptomu. James Kunstler, bizim tam anlamıyla fosil yakıt sarhoşu olduğumuzu söyler. Bu sarhoşluk, en iyi zekaları bile işlemez kılıyor ve “sıfır karbon” şehrinin hilebaz yalanlarına inandırıyor. Bol miktarda erişilebilir fosil yakıt enerjisi olmadan, ileri teknoloji endüstriler de, “modernizm ve banliyöleşme” olarak bildiğimiz şeyler de var olamaz. Fosil enerjiler bize geçici olarak insanüstü güçler kazandırdı. Fakat ne yazık ki, bunda uzmanlaşmamız için gerekli kolektif zekaya da, niyete de sahip değiliz. Bu güçlerin insan aklına ve toplumlara uzun süreli etkilerinin, gezegeni taşıma kapasitesine ulaştırmasından iyi olmadığı aşikar. Ve bu umarsızlık, sürekli büyümeye ve gelişmeye dair boş hayalleri beslemeye devam ediyor. Bir düzine Fransız Nobel Ödülü sahibinin gelecek fantezileri lakırdılarından beridir, bu kadar saçmalığı bir arada okumadım. Fakat inanıyorum ki, genelleşmiş aşırılıklar vahşice düzeltilecek ve insan ölçeğine törpülenecek; tercihen de değil, naifçe inandığım üzere bu bir yazgı. Yol göstericilerim oldukça basit: Fosil yakıtlar sınırsız olsaydı bile, yine de yapmamız gereken şey geleneksel şehircilik, mimari ve yapım modellerine dönmek olmalıydı. Bina ölçeklerinin, yerleşim biçimlerinin, yapı teknolojilerinin, bina tarzlarının, tasarım ve planlama yöntemlerinin ve bireysel-kolektif davranışların insaniliği, bu doktrine bağlı. İnsani ölçekli yapıların ve kamusal alanların tasarımı, elbette günümüzün makine ekipmanına ve araçlara entegre olacak; fakat boyutları ve ölçekleri, insan vücudunun kabiliyeti ve kısıtlamaları üzerinden tanımlanmalı.

Bir de insani/kentli ölçekli fakat soylulaştırma temelli girişimler ve pürist, monofonik, hijyenik yaklaşımlar var…

Kapalı topluluklar (gated communities), gettolar, işlevsel ve sosyal komplekslerden imtiyazlı faydalanış, ya da zoraki dışlanış, modern kalkınmaya hükmediyor. Yeni Şehirci İlkeler ise, karma kullanımlara, karma parsel boyutlarına, karma gelire, karma ırklara, karma yetilere, karma ihtiraslara, karma ölçekli girişimlere, karma özel ve kamusal mülkiyete izin verecek, açık kentsel topluluklar yaratmak üzere tasarlandı. Sivil Kamusal Alan, farklı sosyal sınıfların, ihtirasların ve felsefelerin sağlıklı bir rekabet ve medeni bir barış içinde bir arada var olabileceği, imtiyazlı bir mekandır. Bireylerin ve grupların mekanik ve elektronik ekipmanlarının mertebesi ne olursa olsun, hangi hayvansal-olmayan enerji biçimini kullanırlarsa kullansınlar; “kamusal” sokaklar, meydanlar ve parklar formundan feragat edilemez, özel mülkiyet ile, alışveriş merkezleri ile, terminaller ile, dolaşım ağları ile ya da sanal gerçeklik ile değiştirilemez.

Dubai’den ve bölgede gerçekleşmekte olan, “büyük” isimlerin büyük ölçekli projelerinden bahsetmişken, bugünün “yıldız mimarlığı”nın gösterisine dair fikirlerinizi alalım.  

Gösteri binaları, hiper ölçekli mega strüktürler ve mevcut hiper yozlaşma, birbiriyle sıkı sıkıya ilişkide. Bunlar, bireysel ve kolektif, güce olan sonsuz arzunun somutlaşmış halleri. Absürt giderleri, deneysel doğalarına bağımlı. Bunlara dair sistemli muhasebe kayıtlarının zorluğu, güç sahiplerinin, bireylerin ya da organizasyonların kara para transferlerini örtbas etmek için kullanılıyor.

Gösteri mimarlığı tartışmalarının son dönemde gündemine oturan Guggenheim Helsinki yarışmasına tam 1715 başvuru yapıldı; şimdilerde, “Helsinki Etkisi” terimi ile, 90’ların “Bilbao Etkisi”nin bilgisayar destekli parametrelerle yeni bir çağının başlatıldığı iddia ediliyor. Buna dair ne düşünüyorsunuz?

“Yıldız” karakter, tarih boyunca tüm toplumlarda ortaya çıkmıştır, bir nevi “İsa” figürüdür. Yolunu kaybetmiş toplulukları kurtaran, ya da günahlarının bedelini ödeyendir. Gehry, gerçekler tam tersi olsa da, kendisinin Bilbao’yu haritaya koyan kişi olduğuna kuvvetle inanıyor. Bilbao, Guggenheim’sız iyi bir şehir ve Bilbao’suz Guggenheim da mimarlığın sınırlarında gezen, pitoresk bir varoluş. Wright, Le Corbusier, Dali gibi çağdaş sanatçı-model-figürlerde ilginç bir çelişki var; “nüfuz endişeleri”ne, eşdeğer ve onun doğal sonucu bir “nüfuz arzusu” eşlik ediyor. Bunun yerine bense, bir mimarın işinin kalitesini, tasarım prensiplerinin küresel uygulanabilirliği ile ölçüyorum. Eğer bir sokağın, bloğun, mahallenin, bölgenin, şehrin, ülkenin, kıtanın tamamı, bu işin prensiplerine göre inşa edilseydi, ne olurdu? Eğer bir ülkenin tamamı Gaudici, Schwitterscı, ya da Finsterlinci bir anlayışla tasarlansaydı, ne olurdu?

Son zamanlarda İstanbul’da bulundunuz mu; koruma ve çevre sorunları ile mega projelerin arasındaki kentsel dönüşüme dair bilginiz var mı?

Güçlü bir Alman yatırımcıdan, İstanbul’un tepelerinden birine dikilecek gökdelenleri tasarlama teklifi aldım. İşveren işini biliyordu, fakat gökdelen ya da klonlanmış bina blokları tasarlamayı reddettiğimden, mülk sahibi bana müthiş gücendi. Türk patriarkasına/mülk sahiplerine göre mimarların kişisel hisleri olmamalı; onların bu gibi durumlarda fikir beyan etmelerine izin verilmiyor. Tüm ileri endüstrileşmiş toplumlar gibi, Türkiye’de de devlet, bölge, belediye ve banka güçleri, yasal düzenlemelerde kullanım, sınıf ve topluluk ayrımını kabul ediyorlar. Atina Antlaşması’nın (Charter of Athens) işlevsel bölgeleme talimatları, dünya çapında kanunlaştı. Düzenlemelerin çok büyük kısmı, özellikle bireysel, orta ve küçük ölçekli teşebbüsler karşısında ekonomik hiper-ölçeğin desteklenmesini doğuruyor. Kitlesel üretimin ve kitlesel tüketimin yaygınlaşması garantiye alınıyor; böylece klonlanmış “gök-delen” ve “yer-delen” heyulaların, yatayda ve düşeyde yayılarak egemenlik kurmaları sağlanıyor.

Modernizm konusuna geri dönelim. Rem Koolhaas’ın “Moderniteyi Özümsemek/Absorbing Modernity” teması ile “Mimarinin Temel Unsurları/Fundamentals” başlıklı bienalini gördünüz mü? The Architectural Review için eski hocası Charles Jencks, Rem Koolhaas ile efsane bir söyleşi gerçekleştirmişti ve 3M’den (Modernite, Modernizm, Modernleşme) bahsederken sizin de kulaklarınızı çınlatmıştı. Sizce bienal, bu 3M’yi özümsemek için çağdaş bir zemin sağlayabildi mi?

Venedik Bienali’nin son sergisini görmedim, fakat projelerine ve ofisinde ürettiği işlere dayanarak Koolhaas’ın hala modernist bir dünya görüşünün esiri olduğunu söyleyebilirim; açık bir tabirle, fosil yakıt ekonomisinin ideolojik sınırları içinde her şeyin mümkün olduğu görüşünün yani. Terimlerin açıklığa kavuşturulması, bugün her zamankinden daha önemli. Burada, The Architecture of Community/Toplumun Mimarlığı kitabımdan alıntı yapacağım. (2009 Island Press, Sayfa 43)

TERİMLERİN VE KONSEPTLERİN ÖZETİ

Modernite- modernizm-gelenek

Bugün, sanatçılar, eleştirmenler, tarihçiler ve hatta kamular “modern hareket”ten bahsediyorlar, fakat aslında modernist hareketlerden söz ediyorlar. “Modern” ve “modernist” terimleri, oldukça yaygın bir biçimde karıştırılıyor. İlki, kronolojik bir anlama sahip -zaman belirtir, çağdaş dönemi; diğeri ise, ideolojik bir atama. Anlam karmaşası, modernizmin iddiasından kaynaklanıyor, yani “modern hareket” olarak yegane meşru somutlaşmasından. Gerçek şu ki, “modernizm” ve “modernite” özdeş değil. İkisinin kimi zaman birbirine karışması uygun olabilir; fakat bu çoğunlukla ideolojik nedenlerledir.

“Gelenek” ve “modernite”, ya da “geleneksel” ve “modern”, iki düşman kavram değildir: geleneksel (artizan) yapı teknikleri, çoğunlukla ahşap, taş, toprak, kil gibi doğal malzemeleri kullanır ve uzun süreli nesne kullanımını gözetir. Modernist (endüstriyel) yapı teknikleri ise çoğunlukla sentetik malzemeler kullanır, betonarme, plastik, cam, çelik, yapıştırıcılar gibi, ve kısa süreli tüketim nesneleri üretmeyi gözetir.

Buradan devam edeyim. Rem’in Charles Jencks’e “Cezbedilmiştim ama modernizmin yer çekimli arazisinden kaçmayı başarabildim; bu nedenle ‘geri dönmek’ tabirini tam doğru bulmuyorum” yanıtı, kendisini açık ediyor: “Geride kalma korkusu”, modernizmin manifestolarının ortak paydasıdır. Çocukça bir günümüzü yakalayamama, cool olamama, ya da geride bırakılma, doğası gereği yaşlanma korkusu; işte bu korku akıllı insanlara budalaca fikirler benimsettiriyor, budalaca kararlar aldırıyor ve aptal binalar tasarlatıyor.

Çizimlerinizin büyük bir hayranıyım. Bir düşünce biçiminiz olarak çizim üzerine ne söyleyebilirsiniz?

Fikirlerin iletişimi için çizimleri kullanıyorum. Mimari çizimlerimde minimum çizgi kullanarak bir fikrin, bir nesnenin, bir yerin, bir peyzajın olabilecek en eksiksiz temsilini öneriyorum. Karikatürlerimse (Drawings for Architecture, MIT Press, 2009) skandal çelişkileri açığa vuruyor; bunlar bence şoke edici biçimde aşikar olsa da, üzerine kolektif bir bilinç yok. İnsanların genellikle benimle hemfikir olduğunu görüyorum; söylediğim ya da yazdığım şeyler yanlış anlaşılabiliyorsa da, bu yanlış anlaşılmalar çizimlerimde asla söz konusu olmuyor.

Bugünün mimarlık eğitimi üzerine ne düşünüyorsunuz?

Bugün mimarlık, yaygın olarak modern etkisindeki kuşak tarafından öğretiliyor. Mimarlık disiplini, inanılırlığını ve otoritesini kaybetti; zira becerisi, modernist arkitektonik dile indirgendi, ki bu dilde yapı endüstrisi, sentetik malzemelerin değişip duran kataloglarına bağlı. Sanat ya da mimarlık okullarının % 99.9’unu kapatmak bile mevcut mimarlık, sanat ve tasarım ahvaline çok az etki edecektir. Ben iki dönemin ardından üniversiteyi bıraktım ve bu hiç de hızlı olmadı. Bugünlerde Indiana’daki Notre Dame Üniversitesi, geleneksel yerel/klasik mimarlıkları teknoloji ile çalışan dünyadaki yegane mimarlık okulu. Yale, Miami, Andrews, Denver, Madrid, Paris, Ferrara, San Diego, Aachen gibi üniversitelerde bu konularda öğreten tekil öğretim görevlileri de var; fakat bunlar genellikle müsamahasız ve modernist akademik fakültelerin tek tabancaları. Gerçek şu ki, mimarlık okullarının çoğu, standart yapı endüstrilerinden farklılaşacak geleneksel mimariler ve teknolojiler üzerine çalışmak ve üretmek isteyen öğrencilerin hevesini kırıyor ya da doğrudan bunu yasaklıyor.

Çağdaş mimarlık/şehircilik sahnesinden takdir ettiğiniz hangi isimleri ya da girişimleri anabilirsiniz?

ABD’deki CNU (Congress of New Urbanism) ve ICCA (Institute of Classical Art and Architecture) güçlü hareketler. ABD’nin bugün yüzleştiği sorunlar, Avrupa’nınkilerden çok daha zorlayıcı. Fakat ABD İmparatorluğu’nun tebaası da, hatta en büyük düşmanları bile aynı geleceksiz kalkınma politikalarını uyguluyor. 1993’teki Yeni Şehircilik Antlaşması (The Charter of New Urbanism), şehri fosil yakıt sonrası ekonomiye hazırlayarak yeniden inşa etmek ve Atina Antlaşması’nın felaket nitelikteki bölgeleme diktelerini değiştirmek için çok güçlü bir belgeydi, mükemmele yakındı. Andrés Duany, Lizz Plater Zyberk, Stefanos Polyzoides, Peter Calthorpe’un da aralarında olduğu bir grup bağımsız profesyonel tarafından yazılmıştı. Ben imzalamadım; zira temel unsurlardan kabul ettiğim ve 1985’teki Charter for the European City metnimin odağını oluşturan bina tarzı/teknoloji ve yoğunluk/kat sayı sınırlaması konuları göz ardı edilmişti, ki bugün de öyle. Yeni Şehircilik’in uyanışı ile, yapım aşamasında pek çok muhteşem şehir deneyi mevcut. Fakat ne yazık ki bunların çoğu, özel yatırımcı ve mülk sahibi girişimleri. Florida’da Windsor, Alys Beach, Seaside, Celebration, Fransa’da Val d’Europe, Birleşik Krallık’ta Poundbury, Hollanda’da Brandevoort, Guatemala’da Cayala, gibi. Ayrıca, dünya genelinde klasik ve yerel yapılardan ilham alarak inşa eden orta yaşlı muhteşem yetenekler var; Scott Merrill, Marieanne Khoury, Erik Vogt, Marina Khoury, Michael Imber, Pedro Godoy, Maria Sanchez, Liam O’Connor, Janusz Maciag, Ali Sagharchi, Ben Pentreath, George Saumarez-Smith, Duncan Stroik, Galina Tachieva, David Mayernik, Thomas Raykovich, Colum Mulhern, Lucien Steil, David Schwarz, Mark Ferguson, Luis ve Jorge Trelles, Javier Cenicacelaya, Inigo Salona Theophilo Victoria, Marc ve Nada Breitman, Helmut Peuker, Ruan Yisan, Michael Lykoudis, Alberto Nuñez Castro, Antonio Braga, Ong-Ard Satrabhrandhu gibi akla gelenlerin yanında, daha ünlü kimi isimlerse Andrés Duany, Lizz Plater Zyberk, Robert A.M. Stern, Abdel-Wahed El Wakil, Demetri Porphyrios, Rafael Manzano Martos, Peter Pennoyer, Alan Greenberg, Maurice Culot, Quinlan Terry, John Simpson, Pier Carlo Bontempi, Robert Adam, Thomas Beeby, Thomas Gordon Smith ve 80 yaşında bilinir olan mimarlık ve şehircilik dehası Donald Gray. Bu isimlerin hiçbiri Pritzker Ödülü’nü kazanamayacak; fakat içlerinden, Pritzker’in rakam olarak iki katı olmasına karşın medyanın pek ilgisini çekmeyen R.H. Driehaus Ödülü’nü alanlar var.

Peki şehirler nasıl kurtulabilir, ya da kurtulabilir mi?

Bence Birleşmiş Milletler, EC Council gibi uluslarüstü otoritelerin de, bu pratiklerin yıkıcı hükmünün üstesinden gelmek için oyuna girmeleri, çok önemli. Birinci adım, Şehir ve Taşra arasında temiz bir kontrastı yeniden kurmak olmalı; şehirlerin fiziksel sınırları yeniden tanımlanmalı ve böylece taşranın korunması ebediyen sağlanmalı. Yeni bir Avrupa Başkenti ve bir grup bölgesel Yeni Şehir kurulmalı ve geleceğin özel girişim modelleri olarak finanse edilmeliler. Sakinlerinin günlük ve haftalık ihtiyaçlarının tamamını tatmin edebilecek kompakt şehir bölgeleri olmalı. Banliyöye sıçrayıştan farklı olarak, buralarda yerel pazarları besleyecek tarıma ve bahçeciliğe ayrılacak geniş araziler korunmalı. Şehirlerin işlevsel olarak bölgelere ayrılması, tüm popülasyonun günlük hareketine ve her yaşın günlük işlerindeki performansına etki ediyor. Zoraki coğrafi ayrımlar, modern toplumlarda feci boyutlara varan küresel zaman, arazi ve enerji kaybının en büyük sebebi. Bu asla sürdürülebilir değil; taşıtlar ne kadar ekonomik olursa olsun, binaların LEED performansı ne olursa olsun, kentliler ve politikacılar ne kadar erdemli olurlarsa olsunlar bu mümkün değil. Toplu taşımanın hiçbir boyutu da, etkinliği de uzun vadede ciddi bir değişiklik yaratmayacak. Tek çıkar yol, ülkesel ve kıtasal ölçekte entegre yerleşim politikaları tasarlamak; bu ölçekler yürünebilir şehirleri teşvik etmeli ve hem yürünebilir mesafeleri (yatay), hem de yürünebilir bina yüksekliklerini (düşey) gözetmeli. Yalnız bu öncüller, kentlilerin gündelik işlerinin arasında harcadığı günlük mesafe, zaman ve enerjiyi önemli ölçüde azaltabilir. Gerçek ekolojik düello, toplumlardaki günlük insan aktivitelerinin, alansal olarak yeniden düzenlenmesinde yatıyor.

Le Corbusier üzerine çalışmanız nasıl gidiyor?

Birkaç yıllık çalışmanın ardından şu sonuca vardım: Ünlü modernist ikonik binaların bazılarında üstün ve insani nitelikler mevcutsa, bunları geleneksel mimari üsluplar ve tekniklerle gerçekleştirmek mümkün; yani sentetik yapı malzemeleri kullanılmadan tasarlanabilir ve inşa edilebilirler. Le Corbusier benim ilk ustamdı; onun için asla çalışamayacak olsam da... Birkaç pişmanlığımdan birisi budur. O sanatsal bir dahiydi; fakat tüm dahiler gibi o da, anlamadığı konular üzerine bir yığın safsata ile atıp tutardı. Şehircilik de, onlardan birisiydi. Tüm 20. yüzyıl “modernizm ustaları” gibi o da oldukça ilham verici kimi binalar tasarladı, fakat tıpkı modernist saz arkadaşları gibi onun da daha büyük toplulukların nasıl planlanacağına, ve tüm bunların birlikte nasıl dengeli işleyeceğine dair hiçbir fikri yoktu. Le Corbusier After Le Corbusier isimli ve “Çevrilen, Düzeltilen, Tamamlanan LC” alt başlıklı projem, uydurma bir “Tüm Eserleri, 9. Cilt” biçiminde yayımlanacak. Şehircilik çalışmaları halen kınanıyor; fakat ben tam aksine, doğal yapı malzemelerinin ve artizan tekniklerin seçkin kullanımının özgünlüğü, yeniliği ve ilhamı engellemediğini göstermek istiyorum. 

XOXO The Mag izniyle yayınlanmıştır. 

Tarih/Sayı: XOXO The Mag İlkbahar/Yaz 2015-2016

#LéonKrier #şehircilik #modern mimari #Tasarımla Ütopya


Sayfanın Başına Dön