KENT BELLEĞİNDE MİMARIN YERİ: AYKUT KÖKSAL VE HAN TÜMERTEKİN
KENT BELLEĞİNDE MİMARIN YERİ: AYKUT KÖKSAL VE HAN TÜMERTEKİN

KENT BELLEĞİNDE MİMARIN YERİ: AYKUT KÖKSAL VE HAN TÜMERTEKİN

MİMARİ   21.11.2020

Kentin hafızası dediğimizde, bu bize ne ifade ediyor? Özelikle konumuz mimari üretim ve bu üretimin bugüne ilişkin meseleleri ise… Mekanın bellekte bıraktığı izler üzerinden bir kentin tarihini çıkarmaya çalışsak, elimizde ne var, ne kaldı diye sormanın kaçınılmaz olacağını düşünüyorum. Aykut Köksal ve Han Tümertekin ile kent belleğinde mimarın, kullanıcının rollerini tartıştığımız, hafızada kalan, görünen yapılı çevre ve aynı zamanda görünmeyen öğelerin yerini konuştuğumuz keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

Dilek Öztürk: Öncelikle kent hafızası kavramından başlayalım.

Aykut Köksal: Kentin tarihinden söz ettiğimizde aklımıza önce anıtlar ve belirli yapılar gelir ama daha yol gösterici ve daha önemli olanın hafızanın görünmeyen boyutu olduğunu söylemek yanlış değildir. Bir tarihi kentte, görünürde hiçbir tarihi yapı bulunmayabilir -hepsi ortadan kalkmış olabilir, İstanbul gibi, yangının defalarca silip süpürdüğü bir kent olabilir- bu durumda tarihten, hafızadan söz etmeyecek miyiz? Ya da konumuza girmek için soruyu şöyle sorabiliriz: Böyle bir durumda mimarın tarihsel bağlamla girdiği ilişkide verileri ne oluşturacak? Ben bunun oldukça önemli bir problematik tanımladığını düşünüyorum. Soruyu yineleyelim: Diyelim ki tarihi bir alanla karşı karşıyayız ve yine o bölgede, tarihi diye niteleyebileceğimiz, mevcut kuramlar çerçevesinde koruma değeri taşıdığını ileri sürebileceğimiz tek bir yapı yok. Mimarın bu bağlamla girdiği ilişkide tarih ona ne üzerinden konuşacaktır, mimar ne üzerinden tarihle ilişki kuracaktır?

Han Tümertekin: İlk hareket noktası benim için sadece yapı değil. Gündelik hayata dair pek çok bileşenin de ciddi değerler taşıdığını düşünüyorum. Hafıza sadece yapılardan oluşmuyor. Mesela İstanbul’daki vapurlar son derece önemli bir hafıza öğesi. Sadece fiziksel olarak değil, ulaşımın karakteri ve o ulaşım sürecindeki insani ilişkiler açısından da durum böyle. Elde hiçbirşey olmasa da, toplayacağım veriler arasında değer taşıyan şeylerden biri de gündelik davranışlara ilişkin malzemeler. Örneğin dar sokaktaki bir sokak satıcısının sesinin yansıması o kentin morfolojisi açısından son derece somut bir veri. Sesler, insanların yürüme hızları, güneşin vurduğu yüzeyler vb. var olan fiziksel çevre kadar tasarıma veri oluşturuyor. Italo Calvino’nun nefis bir kent tanımı vardır. Der ki: "Bir kenti kent yapan, o kentin sokakları, anıtları değildir. Bir pencereden saçağın üstüne atlayan kedinin ayak sesidir. Limana ziyarete gelen donanmanın 21 pare top atışıdır." Dolayısıyla yapılara ilişkin bellek varken, öte yandan da bu tür yaşantıya iliişkin bir bellek var.

AK: Bu gerçekten çok önemli, yeri belirleyen bileşenler içinde senin söylediğin önemli bir yer tutuyor.

HT: Bunu neden araya koydum, biliyor musun? Bu bileşenler değişiyor. Fiziksel olarak hafızayı görür, dokunur, kullanır durumda olsak dahi, bu faktörlerin değişmesi, artık o sokak satıcısının sokaktan geçmiyor olması, o mekandaki tasarımcının davranışını temellendireceği zeminleri değiştiriyor.

AK: Çok doğru. Ben senin bu söylediğine şunu da eklemek isterim: Hepimizin hafızasında -kulak hafızamızda- yer alan, çocukluk yıllarından gelen, sokak satıcısının, bir seyyar satıcının bağırışını, o yerden, o mekandan soyutlamamıza imkan yok. Kokuları da hep mekanla birlikte anımsarız. Koku, mekan hafızasının en kuvvetli öğelerinden biridir.

HT: Şehir Hatları vapurunun, makine dairesinin yağ kokusu gibi...

DÖ: Bununla ilgili mekanları hatırlatan bir koku kütüphanesi yapabilirsiniz.

AK: Evet. Çok doğru.

HT: Bunu şunun için söylüyorum; fiziksel olarak değişmemiş ama yaşantı olarak değişmiş pek çok bölge var kentlerde. Oralarda mimar bir şey yapacağı zaman bayağı çaresiz kalıyor. O çevreyi var eden ilişkiler yok olmuş ya da değişmiş ise fiziksel alanın belirleyeciliğini ne kadar kabullenebiliriz? Kaçınılmaz olarak var olan dokudan destek alıyoruz ama tümüyle var olanın sürdürülmesini sağlamakla yetinemeyiz. İşte o zaman hem kalan davranışları hem de yeni davranışları tasarıma katmak gerekiyor. Başka türlü işin içinden çıkmak olanaksız.

DÖ: Mekanın kimliğini, geçmişini araştırırken sesten ne kadar haberdar olunabilir?

HT: Değişenler ne, değişmeyenler ne? Hangisine göre gideceğiz?

AK: Han’ın özellikle altını çizdiği mesele, görünmeyen hafızanın hiç kuşkusuz çok önemli bir boyutu. Ben tasarımcıya yol gösterecek bir başka görünmeyen boyutu, kentin morfolojisini, gündeme getirmek istiyorum. Bu morfoloji birbirini bütünleyen iki çözümleme düzeyinde ele alınır: Eşzamanlı ve artzamanlı çözümleme. Kentin hafızasını ortaya çıkaracak olan artzamanlı çözümlemedir. Yapılacak eşzamanlı çözümleme, yapılarıyla, meydanlarıyla, yollarıyla, dokusuyla, kentin morfolojisinin görünür boyutunu ortaya serer. Ne var ki bir de hafızanın görünmez katmanlarında gizli kalmış bir boyut vardır, bunu artzamanlı çözümleme otaya çıkartır. Peki, kente müdahale ederken artık görünmez hale gelen o morfolojiyi yok mu saymalıyız? Yoksa bunu kentin tarihiyle ilişkisini ayakta tutacak, koruma programlarıyla yeni yapılaşmayı uzlaştıracak bir veri olarak mı ele almalıyız? Yanıtı da içinde olan bu soru üzerine düşünmek gerek. Bir de hafızanın görünen katmanlarının ayakta olduğu durumlar var, bu durumda da, tarihle/hafızayla ilişkinin, günümüze sırtını dönmeyen, sürdürülebilir bir programla ele alınabilmesi için kentin strüktürü önemli bir veri oluşturuyor. Bugün kentsel yenilemeye konu olan yerlerden biri Süleymaniye ve çevresi. Süleymaniye’deki hafıza, o yenilemede ifadesini nasıl bulmalı? Süleymaniye, hafızası bütünüyle görünmez hale gelmiş bir yer değil, orada bugüne ulaşmış önemli bir tarihsel çevre var, sivil mimarlık örnekleri, anıtlar var, bir veri olarak topografya var. Ama bir yandan da orada -o yüzden bir kentsel yenilemeden söz etmek durumunda kalıyoruz- bozulmuş, karakterini bütünüyle yitirmiş bir yapılaşma var. Peki bu bağlamla ilişkiye nasıl girilmeli? Çevrenin "görünür" öğelerini, korunmuş sivil mimarlık örneklerini veri olarak ele alıp, burada sahte tarihi yapılar mı üretilecek? Sahte eski evler mi üretilecek? Hazin ama günümüzde yapılmak istenen bu. Aslında doğru yaklaşım, o bölgedeki koruma programını ayakta tutacak olan, günümüzün dilini konuşan, tarihle ilişkisini imgeler üzerinden değil strüktür üzerinden söyleyen, böylece korunmuş olanı da ayakta tutacak bir süreklilik sağlayan bir yaklaşım olmalıdır. Burada yeniden hafızanın, strüktürü oluşturan görünmez boyutu önem kazanıyor.

HT: Morfolojinin önemine geleceğim. Tabii hafıza dediğimiz şey 30 saniye öncesi mi, 300 yıl öncesi mi? Hangi hafızaya sadık kalarak orada davranacağız? Benim için içinden çıkılması feci zor bir şey. Bu nedenle morfoloji kolaylaştırıcı bir unsur.

AK: Çünkü morfolojik çözümleme, az önce de söylediğim gibi, hem eşzamanlı hem de artzamanlı çözümlemeyi içeriyor. Burada dilbilim kökenli yapısalcı düşünce önemli bir kuramsal arka plan oluşturuyor.

Süleymaniye'den söz etmişken, tarihi yarımadayı bekleyen bir tehlikeyle ilgili de konuşmak istiyorum. Ne yazık ki çok tartışılmayan bir hadiseyi Han’la birlikte yaşadık. Bir süre önce, benim de içinde olduğum bir ekip çalışmasıyla, "Yenikapı Transfer Noktası ve Arkeopark Alanı"nı konu alan uluslararası mimari avan proje yarışmasına katıldık. Orada bizim çıkış noktalarımızdan biri, Marmaray’ın tarihi yarımadayı bir cazibe noktasına dönüştürme tehlikesine karşı mimarlığın araçlarıyla karşı koyma girişimiydi. Transfer noktası ve çevresini tasarlarken "Marmaray'ın yarımadada yaratabileceği tahribatı en aza indirebilir miyiz?" sorusunu gündeme getirmek istedik. Marmaray hala tam anlamıyla bitmiş bir proje değil. Bitmediği için, tarihi yarımada üzerinde yaratacağı etki de henüz ortaya çıkmaya başlamadı. Doğu ve batı yönündeki bütün bağlantılarıyla birlikte bittiği anda, tarihi yarımada üzerinde, bizim de o çalışmada problematize ettiğimiz tahribat gündeme gelecektir. Bu yüzden, tarihi yarımadanın korunması meselesini tüm boyutlarıyla tartışmaya başlamamız gerek. Ne yazık ki tarihi yarımadanın koruma imar planı anlamsız bir fragmantasyon içeriyor. Bu planla yarımadanın korunabileceğini düşünmek mümkün değil. Theodosius Surları içinde kalan tüm yarımada önemli bir tarihi bütündür, parçalanamaz, bu alan içinde farklı ağırlıkta koruma bölgeleri belirlenemez. İşte bu fragmantasyon az önce sözünü ettiğim "görünmeyen" hafızanın dikkate alınmamasından kaynaklanıyor...

DÖ: İstanbul’da böyle bir çalışmayla karşılaştığınız zaman, yol gösterecek yeterli tarihi topografya çalışmalarının var olduğunu düşünüyor musunuz? Bütün bunlarla karşılaşabiliyor musunuz?

HT: Hayır, ancak meşakkatli kişisel çabalar sonucu bulabiliyoruz ama o bilgi de bütünleştirilmiş bir bilgi değil.

AK: Yok! Şimdi bu çok önemli. Görünüşte sayısız kitap var, İstanbul üzerine, İstanbul'un tarihi üzerine. O kötü moda deyişle, artık İstanbul cazip bir "marka". Ne var ki İstanbul’un tarihsel topografyası, strüktürü üzerine hiçbir çalışma yapılmıyor. İstanbul’un Bizans dönemi tarihi topografyasıyla ilgili çalışmalar Fransız papazlarının 20. yüzyıl başlarındaki çalışmalarından bir adım öteye gitmiş değil. Sen şimdi "Fransız papazlarının konuyla ne ilgisi var" diye soracaksın. Var, çünkü İstanbul’un tarihi topografya çalışmalarını Kadiköy’de, Moda’da konumlanmış olan Assomptionniste papazları başlatmış.

DÖ: Şimdi Karaköy Meydanı yenileme projesi dahilinde D’Aronco’nun camisinin yeniden yapılması gündemde.

AK: O da çok ilginç. D’Aronco’nun camisinin yıkılma nedeniyle yapılma nedenini karşı karşıya koyduğunuz zaman, ilginç bir karşıtlık çıkıyor. O Art-nouveau caminin mimarlığından -geleneksel cami mimarlığıyla pek ilişkisi olmadığı için- hoşlanılmamış olduğu biliniyor. Menderes döneminin imar çalışmaları sırasında, açılan yolun üzerinde olmadığı halde yok edilmiş. O dönemde kaldırılan pek çok anıt gibi daha sonra başka bir yerde kurmak üzere sökülmüş ama sökülen yapı parçaları sırra kadem basmış... Aynı zihniyet şimdi "ihya programı" içinde bu camiyi diriltmek istiyor. Gerçi ihya edilen öteki yapılardan farklı olarak bu caminin projeleri İtalya'daki D'Aronco arşivinde var, ama 20. yüzyıl başının Art-nouveau yapısının yeniden inşasına imkan verecek bilginin Türkiye'de mevcut olduğunu sanmıyorum. Yeri gelmişken belirtmekte yarar var: 1957-58 imar hareketinde sebillerin, çeşmelerin, muvakkıthanelerin yerlerini değiştirdiler. Kabataş’ta set üstündeki çeşmeyi aşağıya indirip meydana koydular.

DÖ: Bu taşıma mevzusu, bir mimar olarak size nasıl geliyor?

AK: Bağlam içindeki yeri değişen bir öğenin bütün anlamı değişime uğramıştır. Kabataş’taki çeşme bugün bulunduğu yerde, o uydurma saçağıyla birlikte bir meydan çeşmesi görünümünde. Genç bir mimarlık öğrencisi o çeşmeye baktığında, kuşkusuz şunu soracaktır kendine: "Meydan çeşmesinin dört yüzü de eşdeğerdir. Peki bunun niye iki yüzünde işlemeler var da, diğer iki yüzü sağır ve süslemesiz?" O çeşme eskiden setin üstünde bir sokaktaydı. Çeşmeye alt yoldan bir merdivenle ulaşılıyordu, doğal olarak bu merdivene bakan yüzü işlemeliydi ve çeşme işlevi de bu cephede bulunuyordu. Bir de arkada yola bakan yüzü vardı, çeşme işlevi taşıyordu, işlemeliydi. Sen şimdi bu çeşmeyi bir meydan çeşmesine dönüştürürsen, yapıya da yalan söyletirsin, kente de yalan söyletirsin. Özellikle Menderes dönemi yıkımından sonra yapılan bu tip hataların haddi, hesabı yok. Bugün İstanbul’un tarihi pek çok yapısı bu yüzden yalan söylüyor.

HT: Ben spesifik bir yere tasarım yapmaktansa hiper-spesifik, sonuna kadar oraya ait bir tasarım yapmakla, yapı, mekan tasarlamakla uğraşan saplantılı bir adamım. Yapıyı oraya çıpalamak, ait kılmakla o kadar ilgiliyim ki, bu benim işimi biraz kolaylaştıran bir durum. Çünkü kaçınılmaz olarak oranın bütün verilerine ulaşarak, bugünkü verilerini de işin içine katarak, o kadar ileri götürüyorum ki işi, tasarladığım herhangi bir yapının bir köşesi ile öbür köşesinde çok benzer bir tavır sergilemiş olsam dahi, yakından baktığımızda o farklılıklar da gözüküyor. Var olan bir yapıya girdiğimde, milim milim -Salt Galata’da, yaptığım gibi mesela- her noktasında karşılaştığım durumu, o noktada yeniden düzenlemek yerine, yapının dışına çıkıp tekrar yapının bütünü ve içinde yer aldığı ortamla birlikte bir kez daha düşünerek davranıyorum. Onun içindir ki, özellikle Salt projesine ilişkin sunuşlarımda koyduğum bir matris var. Salt Beyoğlu ve Salt Galata’ da, birinde 13, birinde 17 kez yapının bütününü içeren proje takımları çizmiş durumdayız. Çünkü bir noktadaki değişiklik, bir noktada öngörülmemiş bir durumla karşılaşma hali, beni, o merdiven korkuluğunun duvarla birleştiği noktayı, sadece o noktayı elden geçirmek ve çözmektense, çıkarıp yapının bütününe bakmaya itiyor.

AK: Kentin hafızasıyla olan ilişki ile ilgili bir noktayı daha gündeme getirmek lazım. Söz konusu olan kamusal alanın düzenlenmesi ise, bu, mimara çok ciddi bir etik sorumluluk taşıyor. Mimar karşısına gelen bir işe "belirli bir yol alınmış, iş belirli bir noktaya gelmiş, programın ne olacağı yatırımcılar tarafından tanımlanmış, benden mimar olarak proje isteniyor, artık ben mimar olarak burada karşıma çıkan soruya en doğru yanıtı verme durumundayım, sorumluluğum bundan ibarettir" diyemez. Ben burada mimarın çok ciddi bir etik sorumlulukla karşı karşıya olduğunu düşünüyorum. Mimar, "bunu ben yapmasam biri mutlaka yapacak, ben yapayım daha doğrusu olur" diyemez. Bugün etik meselesini bir yana bırakarak mimarlığı konuşamayız. Bu, kentin hafızasıyla, geçmişiyle kurduğu ilişki bağlamında da farklı değil.

HT: Özellikle tarihi binalara yaptığım müdahaleler sonrası, bana çok sık aktarılan bir yorum var. "Burada ne çok zorlanmışsınızdır. Böyle sınırlamalar içeren bir tarihi yapıya mimari müdahale yaparken ne kadar eliniz kolunuz bağlıdır ve zor bir ortamda davranmışsınızdır," dendiğinde benim cevabım şudur: Benim İstanbul’un dışında, henüz hiç yapılaşmamış bir çayırda tasarım yaparken kendi kendime koyduğum sınırlamalardan, buradaki sınırlamaların tek bir farkı yoktur. Tümüyle öyle davrandığımı biliyorum çünkü. Rüzgarın yönü, güneşin nereden doğup battığı, ulaşımı… Böyle düşündüğümüzde öyle bir noktaya geliyoruz ki hafızası olamayan yerde de bir tasarımcı farklı davranmaz.

DÖ: Ben bir yere daha takılıyorum. Katılımcı planlama Türkiye’de çok işleyen bir model değil. Biz şimdiye kadar daha çok Doğu despotizmini aldık. Sizce bu model Türkiye’de nasıl başarılı olabilir?

AK: Türkiye’nin temel meselelerinden biri adem-i merkeziyetçiliğe geçiş sorunudur. Türkiye şu anda son derece katı bir merkezi yapı gösteriyor. Merkez dışına neredeyse bütünüyle kapılarını kapatmış olan bu yapı, en sonunda senin söylediğin gibi tepeden inme, yerel aktörlerin karar süreçlerine katılımını tümüyle ortadan kaldıran bir noktada. Kente ilişkin kararlarda bu daha da önem kazanıyor. Şeffaf tartışma süreçlerinin harekete geçmesini savunmamız lazım.

DÖ: Bunu nasıl yapabiliriz?

AK: Bunu belki alçak gönüllü boyutlardan başlayarak gündeme getirmek lazım. Örneğin son zamanlarda ortaya çıkan kent forumları katılım süreçlerinin önünü açan bir süreci başlatabilir belki...

DÖ: Peki kentin hafızasında müdahale edilmemesi gereken yerler?

AK: Kentin hafızasında önemli bir yer işgal eden, bugüne sadece bazı kalıntıların, yapı izlerinin kalmış olduğu kimi yerler artık arkeolojik sit niteliğindedir, bu yerlere müdahale son derece yanlış olur. Yedikule’deki Ioannes Studios manastırının geride kalmış son parçası, bilindiği gibi İmrahor Camisi'nin yangından geriye kalmış kalıntılarıdır. Erken dönem Bizans mimarlığınının bugüne ulaşmış ender örneklerinden biri olan İmrahor Camisi artık arkeolojik bir nesnedir, herhangi bir rekonstrüksiyona, herhangi bir ihyaya nesne olacak bir yapı değildir. O, Efes’teki herhangi bir kalıntı gibi arkeolojik bir kalıntıdır. Onun anlamını, işlevini, programını oluşturan kendi tarihselliğidir. Bu İstanbul’un pek çok kalıntısı için böyledir. Tekfur Sarayı'nı, Bizans’ın başkentinden ayakta kalmış olan tek saray parçasını, Ümraniye’deki bir binayı tamir eder gibi tamir ettik, şimdi içinde ne yapacağımızı düşünüyoruz. Bu artık sözün bittiği yerdir. Bu noktada "kentin tarihiyle, hafızasıyla olan ilişkiyi nasıl tesis edebiliriz?" sorusu tümüyle anlamsızlaşıyor.

HT: Hala yapıcı ve iyimser bir yoldan söz etmek gerekirse, semt örgütlenmeleri, bugünden tezi yok, o romantik tartışmalar ya da büyük aktivist tavırlar yerine çok daha değerli olan, o semte ilişkin hafıza kayıtları üzerine çalışmalara başlayabilirler. Bu çaba anlık kitlesel tepkiler kadar medyatik olmayacaktır ama uzun vadede son derece değerli bir kaynak oluşturup, kentin kayıplarını azaltacaktır.

XOXO The Mag izniyle yayınlanmıştır. 

Tarih/Sayı: XOXO The Mag İlkbahar/Yaz 2015-2016

#AykutKöksal #HanTümertekin #KentHafızası #modern mimari #röportaj


Sayfanın Başına Dön