ÖZGÜR VE ÇAĞDAŞ: SAFFET BEKİROĞLU
ÖZGÜR VE ÇAĞDAŞ: SAFFET BEKİROĞLU
ÖZGÜR VE ÇAĞDAŞ: SAFFET BEKİROĞLU
ÖZGÜR VE ÇAĞDAŞ: SAFFET BEKİROĞLU
ÖZGÜR VE ÇAĞDAŞ: SAFFET BEKİROĞLU
ÖZGÜR VE ÇAĞDAŞ: SAFFET BEKİROĞLU

ÖZGÜR VE ÇAĞDAŞ: SAFFET BEKİROĞLU

MİMARİ   20.12.2020

Kolektif üretimin gücü, yarattığı etkiyle tartışmasız olarak gittikçe artarken, başta mimarlık olmak üzere bazı mesleklerde isimlerin altı çizilmeye devam ediyor. Belki de bu hep böyle olacak. Ancak Frank O. Gehry, Zaha Hadid gibi iddialı isimlerle çalışmış ve şu anda kendi mimarlık ofisinde üretimine devam eden Saffet Bekiroğlu, dikkatimizi yıldız isimlerden, yıldız projelere çekiyor.

Birlikte çalıştığınız önemli isimlerin bazıları halen yaratıcı üretimlerine devam ederken, günümüzde mimarlığın diğer pek çok meslek gibi, yıldız isimler üzerinden değil, çeşitlilik üzerinden gelişme ihtimali de heyecan verici tartışma konularından birisi. Bu iki taraf arasındaki dengeyi nasıl görüyorsunuz?

Bahsettiğiniz isimler kariyerlerinin başında tanınmamış mimarlardı. Onlar yaptıkları heyecan verici projelerle yıldız oldular. Mimarlıkta önemli olan yıldız isim olmak değil, yıldız projeler ve eserler yaratmaktır. Farklı bakış açıları, yaklaşımlar ve değerler mimari dilimizi, zenginleştirir. Çeşitlilik çok sağlıklı ve nitelikli bir çevre yaratır ve tasarımcıları zamanın boyutu içerisinde değişimlere paralel bir sorgulamaya iter. Zaten teknoloji kullanımının şekillendirdiği ihtiyaçlarla inşaat sektörü devamlı değişiyor. Bu değişime uyum sağlayıp, güncel kalmak çok önemli. İyi tasarım için mutlaka çok yüksek bütçeler veya birinci dünya ülkesi ve kültürü içinde olmak gerekmez. Mimarinin sosyal ve ekonomik olarak kalkındırma ve yenileme gücü var ve sonuçta iyi mimariyle de iyi sonuçlar elde edilebilir.

Zaha Hadid ve Patrik Schumacher ile birlikte tasarladığınız ve 2013’te tamamlanan Bakü’deki Haydar Aliyev Merkezi çok ses getirdi. Bunda ölçek, form ve kullanılan malzemeler mi etkili oldu, yoksa sunduğu deneyim mi?

Ölçek, malzeme, form, mimarinin sunduklarının yanı sıra, Azerbeycan’ı, Baku’yü, Azeri insanını, tarihlerini ve şu anki ruh halini anlamak gerekiyor. Bu ikonik binayı, 1990’larda Rusya’da bağımsızlığını ilan ettikten sonra Azerbeycan Cumhuriyeti’nin uluslararası topluluğa kendini duyurma stratejisi olarak değerlendirmek anlamlı olur. Benim açımdan, 20 seneyi aşkın bir zaman yurt dışında yaşamış olmamın yanı sıra, Türk olup, onların dilini, tarihini, yerel kültürlerini ve zevkini bilmemin de avantajı oldu. Hem uluslararası olup hem yerele yakın olma avantajımı, projenin tüm tasarım ve uygulama süreçlerine yansıttım.

Dünyanın farklı coğrafyalarında ortaya çıkan yeni koşullara cevaben geliştirilen ve geliştirme potansiyeli olan yenilikçi çözümler üzerinden, mimarlığın insanları özgürleştirme ihtimali olduğuna inanıyor musunuz?

Kesinlikle. Özgürleştirmenin yanı sıra, çağdaşlık da kazandırıyor.

Son yıllarda Blade Runner ve Ghost in the Shell gibi filmlerin sunduğu ütopyalar daha fazla sorgulanmaya başlandı. Ve bu tartışmalar bir noktada tasarım ve mimarlığın söylem ürettiği alanlara da sıkça kayıyor. Yoğunlaşan bu söylemle ilgili ne düşünüyorsunuz?

Çoğu ütopya gerçeğe dönüşerek somutlaşmasa bile, yol gösterici ve ilham verici olarak da önemlidir. Mimari ve kentsel planlama üretimleri, geleceğe yönelik olması gerektiği için, ütopya, mimarlığın ayrılmaz bir parçasıdır. Mimarların ütopyaları, Ortaçağ ve Rönesans ile başlamış, endüstri devriminde devam etmiş, modern mimarlık ve 20. yüzyıl ütopyalarıyla çok etkili olmuştur. 70‘lerden beri mimarlar, eskisi gibi ütopya üretmiyor. Teknolojinin yaşama hız getirmesi, kentlere ve yaşamlarımıza yansıyor, 100 yılda yapılan devrim niteliğindeki buluşları ve gelişmeleri artık 3-5 yılda bir yaşıyoruz. Bu yüzden belki de kent ütopyalarını üreten ve aynı zamanda ürettiği ütopyanın içinde yaşayabilecek olan ilk kuşaklarız.

Mimaride bir şeyleri değiştirdi dediğiniz, etkilendiğiniz, mimar ve binalar var mı?

Benim favorilerim Frank Lloyd Wright’in Guggenheim Müzesi, Le Courbusier’in Villa Savoy’u, Mies Van Der Rohe’nin Barcelona Pavilion’u ve Frank Gehry’nin Santa Monica’daki kendi evi.

Bilgi üretimi ve bilgiye erişim üzerinden baktığımızda ortadan kalkan sınırlardan bahsederken, politik bir unsur olarak da sınırların gittikçe belirginleştiği bir dönemden geçiyoruz. Bu durum mimarlık pratiğini ve daha genel anlamda yaratıcı üretimi nasıl etkiliyor?

Mimarlık eğitimimi İTÜ’de tamamladım ve yüksek lisans için Amerika’ya University of California Los Angeles’a gittim. Eğitimim bitince Frank Gehry’nin ofisinde, ardından Londra’da Zaha Hadid ile birlikte çalıştım. Şimdi de kendi ofisimi kurdum ve ofisim Londra, Kıbrıs ve İstanbul ekseninde duruyor. Dünyanın pek çok farklı yerinde proje hayata geçirdim, hala da devam ediyorum. Mimarinin artık evrenselleştiğini ve sınırların kalktığını söyleyebilirim. Yerellik ve kültürel değerler her zaman önemlidir, tüm tasarımlar bu değerlerden beslenir. Günümüzde tüm tasarımları evrensel ve yerel denge içinde oluşturmak gerekiyor.

Tasarım anlayışınızda akışkan bir form ve yeni, zorlayıcı bir malzeme kullanımı öne çıkıyor. Yaklaşımınızı nasıl tarif edersiniz?

Tasarıma başlarken malzemeyle kendimi sınırlamam, her zaman açık bir kapı bırakırım. Daima bilinmeyene ve konfor sınırlarımın dışına çıkmak isterim. İşte o zaman evrim ve yenilik gerçekleşebilir.

Akışkan form yapmak için zorlayıcı yeni malzemeler kullanılacak diye bir gereklilik yok. Mimari yapılar aslında çok büyük ölçekli tasarımlar olduğu için onları çeşitli küçük parçalardan oluşturmak mümkün. Biraz önce örnek verdiğim favori binalarda, zorlayıcı detay ve malzemeden çok, malzemeyi nasıl kullandığınız, nasıl bir araya getirdiğiniz, nasıl montaj yaptığınız önemli. Ben kendi tasarımlarımda akışkan formdan ziyade, hareket ve mekansal plastisiteyle ilgileniyorum.

Bir şeyleri değiştirdi dediğiniz, sürekli dönüp yeniden okuduğunuz bir kitap var mı? 

Kurgu ya da bilim kurgu kitaplardan ziyade, gerçekleri daha ilginç ve öğretici buluyorum. Bu nedenle de etkilendiğim kitaplar gerçek hayatla ilgili oluyor. Mesela, Charles Darwin’in On the Origin of Species’i... Tüm insanların eşit ve aynı kökten geldiğini bilimsel olarak ortaya koyan ilk kitaplardan biri. O zamanlar Batı’da normal kabul edilen esir ticaretinin etik olmadığını ortaya koyarak, ırkçılığa karşı gelen, hümanist kitapların başında gelir.

Asla vazgeçemediğiniz bir rutininiz var mı?

Her sabah duş ve arkasından sütlü kahveyle güne başlamak rutinim. İşimden dolayı çok seyahat ediyorum, bu yüzden uçakta tasarım yapmak da rutinlerimden biri haline geldi. Normal şartlarda herkes gibi film izleyecekken çalışmayı tercih ettiğimden dolayı, laptop ekranımdaki tasarımlarımın uçak ekranındaki filmlerden daha heyecan verici olması da benim motivasyonum.

Tasarımda bugüne kadar sergilediğiniz cesur ve hayalperest tavrı ne kadar ileriye, sınırsızlığa taşıyabilirsiniz?

Benim için önemli olan mimariyle insanların hayatına değer katmak. Bunu her anlamda söylüyorum. İnsanlara başka bir bakış açısı vermeyi önemsiyorum. Hayal gücü ve insanoğlunun kültürel birikiminin mimariye yansıtılması çok değerli. Bence bunların sınırı yok.

Yaşadığımız dönem, uzaya seyahatin de seçenekler arasında olduğu bir yakın gelecek vadediyorken, sizin seyahat planlarınız arasında nereler var? 

Ben bizim dünyada kalmaya devam edeceğim. Dünyada gezip görecek çok yer var. Listemin en başında Japonya ve Arjantin var. Türkiye’deyse Karadeniz’deki yaylaları çok merak ediyorum.

Yeni bir projede sizi en çok ne heyecanlandırır?

Verilerin analizini yaparken ve bir yandan kullanıcı istekleri, arazi verileri, kullanıcı-yatırımcı-tasarımcı arasında geçen diyaloglar devam ederken, aniden ‘gündüz düşleri’ sırasında kafamda görsellerin oluşması, yani olmayan bir şeyi hayal edip, kendi iç dünyamda yaşayıp, sonra gerçekleştirmek için yola çıkmak ve bunu gerçekleştirip insanlarla paylaşmak.

Bu anlattığınız minvalde, sizi bekleyen bir proje var mı?

Şu anda üzerinde çalıştığım, ticaret, eğitim veya özel kullanım bazında, kampüs, üniversite, lise, orta ve ilkokul binaları, villalar, konutlar gibi farklı ölçekte projeler var. Beni heyecanlandıran belirli bir tipoloji yok. Aslında yeni proje yapma fikrinin kendisi heyecan verici. Projeler heyecanlı gelmez, mimariye heyecanı tasarımla birlikte ben katmaya çalışırım. Her projede iş birliği yapacağım kişiler ve yeni öğreneceklerim de beni ayrıca heyecanlandırır.

Örneğin; bu sene açılacak olan Bilim ve Teknoloji Merkezi üzerinde uzun süredir çalışıyorum. Yaklaşık 15 bin metrekarelik bu binanın güneye bakan cephesini Photo Voltic Panel ile kapladım, binanın cephesi güneş enerjisini topluyor, enerji üretiyor. Yaklaşık 13 farklı mühendislik dalını barındıran bina cephesinin kendi enerjisini üretmesi fikri tasarımın çıkış noktasıydı. İçerideki tüm mekanlar yukardaki solar baca sitemi sayesinde doğal havalandırmayla enerji verimliliği sağlıyor. Enerji verimli ve ekolojik binaları tasarlarken iş birliği yaptığım uzmanlarla aramızdaki bilgi alışverişi sayesinde geliştirdiğimiz çözümleri her projeye özel bir yenilik olarak hayata geçirmeye devam ediyorum.

XOXO The Mag izniyle yayınlanmıştır. 

Tarih/Sayı: XOXO The Mag İlkbahar/Yaz 2018

 

#SaffetBekiroğlu #röportaj


Sayfanın Başına Dön