ŞEHİRLERİN MİMARI: RICARDO BOFILL
ŞEHİRLERİN MİMARI: RICARDO BOFILL

ŞEHİRLERİN MİMARI: RICARDO BOFILL

MİMARİ   30.10.2020

Katalan. Postmodernist. Mimar. 73 yaşında. Duayen. 40 yılı aşkın bir süredir kentsel mimari ve planlama projeleri ile sayısız şehrin çehresini yenileyen Taller de Arquitectura’nın kurucusu. Barselona’dan Montpellier’ye Boston’dan Kobe’ye uzanan geniş bir şehir listesi var özgeçmişinde. Tasarladığı yapı ve alanlar arasında oteller, meydanlar, gökdelenler, havalimanları ve hatta mahalleler var. Böylesine önemli bir isme soru sorma fırsatı tanındığında pek tabii ki hayır demedik. Montpellier’nin görkemli mahallesi Antigone’dan Barselona’nın ‘dönüşüm harikası’ sahil şeridine, kentleşme kavramından mimarinin teorisi ve felsefesine, bir dolu soru yağdırdık. Dev projelerin şantiyesine dönüşen bir şehirden seslendiğimizin bilinciyle bu konulara da değinmemezlik etmedik. Her biri kendi başına bir düşünce silsilesinin kıvılcımını çakabilecek yanıtlarla onurlandırdı bizi. İşte karşınızda Ricardo Bofill...

Taller de Arquitectura’nın kuruluş prensiplerinden ve hedeflerinden kısaca bahsedebilir misiniz?

Ekibin geçmişi 1960’lı yılların başlarına gidiyor. O zamanlar mimarlık mesleğinin karmaşıklıklarını ancak multidisipliner ve çok yetenekli bir ekibin kontrol altına alabileceğine inanıyordum. Her bir proje yeni bir çalışma metodolojisinin icat edilmesini gerektiriyordu. Farklı estetik dürtülerin daha büyük çaplı mimari eğilimlerden ayrıştırılıp korunması gerekiyordu. Bu da, mimariyi yeniden alan inşa etme sanatı haline getirmeye yönelik daimi bir icat ve yaratım süreci gerektiriyordu. Taller de Arquitectura’nın ilk on yılında kafamızı kurcalayan ana konulardan bazıları bunlardı.

Kentsel projelerinizin altında yatan ana felsefe nedir?

Şehir kavramı zincirlerini koparıp orijinal formundan hızla uzaklaşmaya başladığı günlerden itibaren kentsel tasarım unutulmuş bir disiplin haline geldi. Artık bir kentsel kültürden bahsetmek mümkün değil; ancak alışveriş ve iletişimi mümkün kılan temel unsur olmaya da devam ediyor. Bizim ele almamız gereken şey işte bu kültür. Bunu mevcut şehirlerin mimarisini yeniden yapılandırarak, tarihi merkezleri yeni kentsel taleplere adapte ederek, bozulan banliyö yapısını dönüştürerek, kentsel büyümeyi sınırlandırarak, taşrayı yeniden yapılandırarak gerçekleştirmek gerekiyor.

En iddialı projeleriniz arasında Montpellier’deki Antigone yer alıyor. Bu projenin kapsamı hayli sıra dışı. Bunun ardında yatan fikri, nasıl ortaya çıktığını biraz anlatabilir misiniz?

Antigone aslında hem kentsel hem de mimari bir konsept. Toplum seviyesinde şehrin alanları düzgün ve tek tip bir kimliğe sahipler. Antigone bir “quartier”, yani mahalle olarak tasarlandı. Bunun kentsel anlamda gerektirdiği tüm unsurlar kendi sınırları içerisinde gelişecekti. Tamamen karma kullanıma yönelik bir projelendirmeyle yüksek kalitede konut alanları ve ofis binaları içerecek, gerekli tüm imkanlar ve tesisleri barındıracak, aynı zamanda davetkar kamusal açık alanlar sunacaktı. Antigone’un tasarımı ve inşası 20 yıllık bir sürece yayıldı. Belediyenin kentleşme dairesinin, özel sektörün, inşaat firmalarının, ve planlamacılar, mimarlar ve inşaat mühendislerinden oluşan istikrarlı bir ekibin dinamik katılımı sayesinde ideal kent kavramının bir bölümünü hayata geçirme hayalimizi gerçekleştirebildik.

Montpellier’nin güney Fransa’da Greko-Romen geçmişi olmayan birkaç şehirden biri olduğunu okudum. 19. yüzyılda inşa edilen St. Clements Su Kemeri ile başlayarak kentsel alanların Grekleştirilmesi, şehrin bölgenin geri kalanına uyum sağlamasına yönelik bir girişim mi sizce?

Antik Yunanistan’da ilk planlı şehir inşası Miletli Hippodamus ile başladı. Daha sonra Romalılar Vitruvius’un mimari üzerine tezini çıkış noktası olarak aldılar ve planlı şehirler inşa ettiler. İdeal Avrupa şehrinin yapısı hem klasik Yunan hem de Roma geleneğinden yola çıkar. Bu da üç temel özellikle tanımlanır: işlevlerin karışımı, insan ölçeğine referans -ki bu da hümanizme ve bireye olan derin saygıya eşdeğerdir- ve kamusal alanların estetik yapısı. Bir Akdeniz şehri olarak Antigone’un kentsel planlaması ve mimarisi klasik geleneğe yol gösteren prensipleri yansıtmak zorundaydı. Zira bu, şehrin gelişimine yönelik mümkün olan yegane yaklaşımdı.

Greko-Romen estetiği geçmişteki tüm projelerinizde kendini gösteriyor. Bunu ana ilham kaynaklarınızdan biri olarak gördüğünüz söylenebilir mi?

Klasik mimari bana şehri Avrupa geleneğinde tasarlama imkanı veriyor. Klasik gelenek mimariyi tanımlayan form olgusunu barındırıyor -estetik talepleri ve alansal sembolizmi göz önünde bulunduran bir form, anlamlı bir mimari. Taller de Arquitectura, Francesco di Giorgio Martín’in “Şehirler evleri andırır; sokaklar koridor, odalar da meydanlardır” tezini baz alarak, kentsel planlamanın ve mimarinin eş zamanlı bir şekilde geliştiği bir kentsel tasarım teorisi formüle etti. Kentsel tasarım, peyzaj tasarımı ve konut mimarisi üzerinden eş zamanlı olarak planlanmış iç ve dış mimari, bize dünyanın dört bir yanında, özellikle kullanıcılar nezdinde ikonlaşan kentsel komplekslerin yer aldığı örnekler inşa etmemize olanak tanıdı.

Peki geleneksel olarak kentleşme anlamında sırtını denize dönen bir şehir olan Barselona’nın sahil şeridinin son 20 yıl içerisinde insan yapımı plajlar ve modern binalarla yeniden şekillenmesi konusunda ne düşünüyorsunuz? W Hotel Barcelona işlevsel ve görsel anlamda bu düzenin içinde nasıl bir konuma sahip?

Şehir plancılarının Barselona’nın kendini denize açması konusunda ikna edilmesi sürecinde bizzat aktif biçimde yer aldım. Barselona’nın sahil şeridi şimdilerde şehrin değerlerinden birine dönüştü; hem mimari mirası hem de sahil şeridi her yıl milyonlarca turisti kente çekiyor. W Hotel’in bu anlamda ikili bir işlevi var. Burası hem plaj oteli hem de şehir oteli. Bence tam da bu yüzden hem turistler hem de Barselona halkı için kısa sürede ikonik bir yapı haline geldi. Kendi başına bir destinasyona dönüştüğü kesin. Otelin tüm yıla yayılan %100 doluluk oranı da işlerin etkin bir şekilde yürütüldüğünün kanıtı olsa gerek.

Modern bir şehri nasıl tanımlarsınız?

19. yüzyılın sonlarına kadar şehrin tarihi merkezi, birkaç kurallı plan üzerine inşa ediliyordu. Bu plan, binaların inşası ve konumlandırılması için bir temel işlevi görüyordu. Ancak sonraları kentsel inşaat programları değişti ve ekonomik zorunluluklar çoğu inşaatta belirleyici etken haline geldi. Mimarlık da böylelikle bir soyutlamaya dönüştü. Bu aşamada ‘zoning’ yani bölgeleme kavramı doğdu. Bu, trafik mekanizmalarının ve kentsel işlevlerin araziye göre nitelendirilmesiyle şekillenen bir kentsel planlama sistemi. Kentsel karmaşaya yönelik bu indirgemeci bakış açısı kent kültürünü öldürüyor ve her türlü uzlaşma olasılığını ortadan kaldırıyor... Normalde şehir bize peşi sıra dizilen anonim formların bir panoramasını sunar. Ancak bu düzen içerisinde konumlandırılacak kentsel formları ve yapıları yeniden tasarlama olasılığı sonunda bizlere sunulmaya başlandı. Ben kontrol altına alınmış, organize ve planlı bir kentsel büyüme stratejisinden yanayım. Bu anlamdaki müdahalelerim de her zaman aynı prensipler doğrultusunda şekillendi. Yani Barselona’daki muhteşem ızgara planı ‘ensanche’yi hayata geçiren mimar Idelfonso Sardá’nın fikirleri doğrultusunda bir kentsel alan inşa etmek. Bir metropolün yerleşim ağı limitsiz bir şekilde genişleyemez ve yanlış bir süreklilik stratejisinin parçası olarak diğer şehirleri bünyesine katamaz. Mevcut banliyö bölgelerinde belli alanları izole ederek kentsel tasarımı yeniden uygulamamız gerek. Bu alanları koruyup, renove edip dönüştürerek kendi merkezlerine, meydanlarına, sokaklarına, cephelerine ve pek tabii ki sınırlarına sahip topluluklar oluşturmalıyız. Şehre kendi başına bir varlık olarak yaklaşmak çok önemli. Kentsel ifadeyle kıt görüşlülük son derece tehlikeli. Sadece bir bölümüne hitap edip geri kalanını göz ardı eden yaklaşımlar her zaman kaybetmeye mahkum.

Peyzaj tasarımıyla da ilgileniyorsunuz. Bir bina tasarlamakla bir park veya bir nehir kenarı tasarlamak arasında ne gibi benzerlik ve farklılıklar var?

Her zaman çevrenin önemine inandım ve ana hedefim proje ve üzerinde yer aldığı doğal çevre arasındaki doğru dengeyi bulmak oldu. Ekibim peyzajı büyük bir ölçekte ele alarak çorak alanları ve kentsel yaraları geniş parklar ve bahçelere dönüştürdü. Projelerimde her zaman kamusal kullanıma açık yeşil alanlar yer aldı. Bu projelerde peyzaj bir “merkez” olarak ele alındı ve böylece formları hem yapının bütününe katkıda bulundu, hem de geniş alanlara insan ölçeğinde anlam kazandırılmış oldu.

Kariyerinizde stil anlamında meydana gelen değişim anlarını ne şekilde tanımlarsınız? Bu değişimler küresel eğilimlerden etkilendi mi yoksa tamamen kişisel tercihler doğrultusunda mı gerçekleşti?

Tarih, kariyerim boyunca varlığını sürdüren bir kavram oldu. Sadece geçmişin kültürü ve mimarisinin sürekli bir analizi ve yorumu şeklinde değil, aynı zamanda yeni eğilimlere, güncel sosyal hareketlerin parçası olma arzusuna ve güncel sorunlara alternatif yanıtlar yaratabilme süreçlerine verilen önem ve enerji olarak da. Bu nedenle, stil anlamında meydana gelen herhangi bir değişim, her bir projenin karşılaştığı doğal ve farklı koşulların, teknolojik inovasyonun, projelere ev sahipliği yapan şehirlerin kültürel farklılıkların ve tarihin geçirdiği evrimin bir sonucu olarak yorumlanabilir.

Tasarım sürecinde hangi prensipleri kendinize rehber alıyorsunuz?

Benim için mimaride en önemli olan, etken alanın organizasyonu. Ancak Taller projeleri farklı yerel koşullara adapte olmak durumunda. Bir projeye başlamadan evvel arazinin coğrafi değişkenlerini ve içinde yer aldığı tarihi, kültürel ve sosyal bağlamları incelemem gerekiyor.

Peki geçmişteki tasarımlarınızın stil anlamında zamana yenik düştüklerini, demode hale geldiklerini veya geçerliliğini yitirdiklerini hissettiğiniz oldu mu hiç?

Mimari, insanoğlunun alan inşa etmeye yönelik ebedi ihtiyacına yanıt veren, zamansız bir çalışma olmak zorunda. Benim işlerim zamansız olacak şekilde tasarlandılar. Pek çok Taller projesi, zaman içerisinde bulunduğu yeri tanımlayan, aşinalık kazanmış, sembolik yapılara dönüştü. Ancak tasarlandıkları dönemde görünüm açısından radikal olarak tanımlanmış olabilirler. Örneğin Walden 7, topluluk hissinin, kolektif faaliyetlerin ve bireyin kullanımına sunulmuş kamusal alanların noksan olduğu banliyö yaşamına bir çözüm bulma girişimiydi. Proje inşa edildikten sonra mimarlar ve eleştirmenlerden ciddi eleştiriler aldı. Bugünse modüleritenin başarıyla uygulandığı az sayıdaki örnekten biri ve bulunduğu bölgenin ikonları arasında.

Dünyanın dört bir yanında projelere imza attınız. Deneyimlerinizden yola çıkarak hangi ülkede çalışmayı daha rahat ve randımanlı bulduğunuzu söyleyebilir misiniz?

Japonya. Japonların kimsede olmayan bir soyutlama kapasitesi var. Aynı zamanda inşaat konusunda son derece yetenekliler ve detaya büyük önem veriyorlar. Fakat ABD’yi, özellikle de Chicago’yu öne çıkarmam gerekiyor. Chicago’da iki gökdelen projesine imza attım; United Continental ve Citadel binaları... Chicago mimarlar için tek kelimeyle mükemmel bir yer.

Türkiye “çılgın proje” olarak adlandırılan projelerin birbiri ardına öne sürüldüğü, büyük şehirlerin banliyölerinde devasa ve izole konut projelerinin hayata geçirildiği büyük bir inşaat patlaması yaşıyor. Pek çok kişi bu projelere adanan ön planlama çalışmalarının yeterliğinden ve tüm bu sürecin kontrolden çıkma potansiyelinden endişe duyuyor. Kentleşmenin deneyimli bir ismi olarak bu konuda neler söylersiniz?

Daha evvel de dile getirdiğim gibi planlama sadece gerekli değil; aynı zamanda hayati bir öneme sahip. Gelişmekte olan pek çok ülkede olduğu gibi para planlamadan önce geliyor, sürat de kültürden daha önde ilerliyor. İstanbul gibi belirgin şehir ve kültürler zamanla sonu gelmeyen, tek tip ve anonim alanlara dönüşmeye başladı. Dünyanın tüm şehirleri birbirinin kopyası olma riski altında. Türkler yabancı mimarlardan korkuyorlar, çünkü kendi kimliklerini korumak istiyorlar; ancak yine de Türkiye’nin şehirleri kendi başlarına ‘özelliklerini’ kaybetmeye devam ediyor. Bu sadece Türkiye’ye has bir durum da değil. Seneler önce Çin’de ve Hindistan’da, yabancı mimar ve plancılara ihtiyaç olmadığına dair söylenen sözlerin sürekli olarak Türkiye’de de tekrarlandığını duyuyorum. Ancak bu ülkelerin diğer ülkelerin 50 yıl evvel yaptığı hataların aynılarını yaptıklarını görebiliyorsunuz. Ancak altyapısal çöküşün eşiğine gelindiğinde kendilerini açıyorlar. Yerel yetenekler her ülkede var; ancak küreselleşme ve hızlı ekonomik büyümenin yarattığı sorunlarla yüzleşmek daha geniş bir tecrübe gerektiriyor.

Sizce mimarlar projelerinde seçici olma gibi sosyal bir sorumluluğa sahipler mi?

Mimar gündelik yaşamın kalbindeki konumunu tekrar edinmeli; ancak, tabii ki ekonomik ve ticari düzene de saygı göstermek durumunda. Bir sanatçı olarak yanlış anlaşılmalardan ve aşırı heyecandan uzak durma sorumluluğu var. Geniş bir algı çeşitlemesi ve aynı zamanda güçlü, hakim imgeler sunan bir çevre yaratmanın, mimarın bir görevi olduğuna inanıyorum. Mimar, yaşadığı zamanın sorunlarına, her ne kadar yumuşak olursa olsun, sadece bir karşılık vermekle kalma lüksüne sahip değil. Yapıcı dünya görüşünü de denkleme katmak zorunda.

Yaşadığınız ve çalıştığınız yer, eski bir çimento fabrikasının kalıntıları üzerine inşa edilmiş muhteşem bir kompleksin içinde bulunuyor. Bu fabrikayı renove etme ve yeniden tasarlama süreci nasıl hayata geçti?

Çimento fabrikası ile ilk karşılaşmam 1973 yılında oldu. Burada çok iyi durumda devasa silolar, yüksek bir baca, dört kilometre uzunluğunda yeraltı tünelleri, makina odaları buldum. Gözlerimi bir kaleydoskop gibi hareket ettirerek geleceğin alanlarını bir çırpıda hayal ettim ve 1. Dünya Savaşı’ndan beri gelişen farklı estetik anlayışlarını ve plastik tandansların bu fabrikada mevcut durumda olduklarını gözlemledim. Mekanın zıtlıkları ve belirsizlikleri tarafından baştan çıkarıldım, ve fabrikayı hızlıca alarak, orijinal vahşiliğini modifiye ederek onu bir sanat eseri gibi şekillendirmeye karar verdim. La Fábrica projesi ile biçimin her zaman işlevi takip etmediğini, herhangi bir biçimin çok farklı işlevlere hizmet edebileceğini kanıtlamak istedim. Katıksız bir sanayi yapısını kendi yaşam alanıma ve ekibimin ofis alanlarına ev sahipliği yapacak şekilde yeniden kurgulama konusunda da başarılı oldum. Burası konsantre olabildiğim, fikirleri birbirleriyle en soyut biçimde ilişkilendirebildiğim ve bunların sonucu olarak projeler, imgeler ve yeni alanlar yaratabildiğim, kendi mimari vizyonuma belirgin bir dil kazandırabildiğim yegane mekan olma özelliği taşıyor.

Mekana hakim olan atmosferi nasıl tarif edersiniz?

Minimal, dingin, tinsel, ilham verici. Beni dış dünyadan ve gündelik yaşamdan koruyan, etrafı çevrili bir alanda, kapalı bir evrende yaşıyormuşum hissine kapılıyorum.

Peki böyle bir ortamda iş ve özel hayat arasındaki dengeyi nasıl sağlıyorsunuz?

La Fábrica bu anlamda ideal bir mekan. Burada yaşam kesintisiz bir biçimde akıp gidiyor. İş ve serbest zaman arasında çok da bir fark yok. Kişisel ve profesyonel faaliyetlerim arsında neredeyse hiç fark olmadığından, bu düzen bana her açıdan çok uyuyor.

Sıkça seyahat ediyorsunuz ve kendinizi bir göçebe olarak tanımlıyorsunuz. Yaşam tarzınızda en çok hoşunuza giden unsurlar neler?

Katalan kökenlerim beni merkezden uzakta kalmış medeniyetlere yönelik algısı daha açık biri yaptı. Bu nedenle bu medeniyetler mimar olarak ortaya koyduğum işlerde önemli rol oynuyorlar.

Son olarak Ricardo Bofill’i gelecekte neler bekliyor? Ne gibi projelerden bahsedebilirsiniz?

Çalışmalarım dünyanın geçirdiği evrime ve insanların ihtiyaçlarına bağlı. Değişen piyasanın taleplerine sürekli olarak kendimi adapte ediyorum. Hepimizin bildiği gibi, dünyanın etki alanı doğuya kayıyor ve dolayısıyla buradaki şehirleri yeniden şekillendirebilmek büyük önem arz ediyor. Örneğin, sosyal konutlandırma her zaman çalışmalarımın merkezinde yer almıştır. Bu tip projelere Rusya’da büyük ihtiyaç var. Hindistan’da ve Çin’de nüfus orta ve üst sosyo-ekonomik sınıfa yükseliş gösterirken ihtiyaç sadece konutlandırmayı değil, ticari alanları, ofisleri ve biraz da lüks tüketimi de kapsıyor. Bu durum ofis yaşantımızı hayli yoğun kılıyor. Lima’da plazalar, Fas’ta yeni bir üniversite kampüsü... Ofisimiz adeta bir arı kovanı!

XOXO The Mag izniyle yayınlanmıştır. 

Tarih/Sayı: XOXO The Mag İlkbahar/Yaz 2013-2014

#RicardoBofill #TallerdeArquitectura #Postmodernist #mimarlık #röportaj


Sayfanın Başına Dön