SİVİL – MİMARİ – BELLEK
SİVİL – MİMARİ – BELLEK
SİVİL – MİMARİ – BELLEK
SİVİL – MİMARİ – BELLEK
SİVİL – MİMARİ – BELLEK
SİVİL – MİMARİ – BELLEK
SİVİL – MİMARİ – BELLEK
SİVİL – MİMARİ – BELLEK

SİVİL – MİMARİ – BELLEK

MİMARİ   17.12.2020

‘Mimarlar ve Apartmanları,  Ankara'da Konut ve Barınma Kültüründen Örnekler’ kitabı geçtiğimiz günlerde ikinci baskısını yaptı. Kitabın yazarı, akademisyen Umut Şumnu ile, kitabın içeriği ve bu alanda yürüttüğü projeler üzerinden,  sivil mimari bellek üzerine konuştuk.

Kitapta konu edilen mimarların ve apartmanların kapsamından bahseder misin? Hangi mimarlar ve hangi apartmanları konu ediniyor kitap?

Kitapta çok sayıda mimarın ve yapının adı geçiyor. İçindeki her yazı bir apartman yapısına ve onu tasarlayan bir mimara odaklanmıyor. Yazıların bazıları uzun dönemlere yayılan ve barınma kültürü anlamında öne çıkan konut üretimlerine bakıyor. Örneğin ilk yazı, 1940’lı yılların sonundan 1970’li yılların sonuna kadar Türkiye’de konut ve barınma kültürünün oluşmasında ve gelişmesinde önemli bir üretim olan banka ikramiye evleri/apartmanları sürecini araştırıyor. Böylelikle yapılar, sadece mimari nitelikleri üzerinden değil, aynı zamanda sundukları wohnkultur’ler üzerinden de değerlendirilmeye çalışıldı.  Mimarlık tarih yazımı içerisinde çoğunlukla görmezden gelinen ve uzun yıllara yayılan bu üretim içerisinde çok fazla sayıda yapıdan ve mimardan bahsedilmesi gerekti.  Bu çeşitliliğin içinde Abidin Mortaş’ın 1949 ve 1952 yıllarında Kavaklıdere’de yaptığı İş Bankası ikramiye evleri, Şevki Vanlı’nın 1957 yılında Muhabank için tasarladığı ikramiye apartmanı, Kadri Erkman’ın 1964 yılında İş Bankası için İstanbul’un Kadiköy semtinde, Feneryolu’nda, tasarlanan ikramiye apartmanları ve Lemi Varnalı’nın 1968 yılında Ankara Çankaya’da tasarladığı ikramiye apartmanları yazıda öne çıkan örnekler olarak görülebilir.

İkramiye apartmanlarına odaklanan yazı gibi, kitabın ikinci yazısı da tek bir apartman yapısına ya da mimara odaklanmaktansa geniş zamana yayılan bir konut kültürünü belgelemeyi amaçlıyor. Bir Aradalığın Mimarisi: 1950-1970 Yılları Arasında Kooperatif Yapılarında Ortak Yaşam Alanları başlığını taşıyan yazı, Ankara özelinde 1950-1970 yılları arasında benzer sosyal, ekonomik ve kültürel sınıflardan gelen ve beraber yaşama arzusu taşıyan insanlar tarafından inşa edilen kooperatif yapılarına odaklanıyor ve özellikle bu yapılarda beliren ortak yaşam alanlarına odaklanıyor. Yazı, Ankara’da kooperatif uygulamalarının tarihini sunmanın ve bu üretimleri kendi içinde gruplamanın yanında bir arada yaşama isteğinin mekânsal yansımalarını araştırıyor.

Bu kapsamdaki yapı çeşitliliğinin içinde Halit Gülerman, Muhittin Güreli, Ali Mukadder Çizer, Sedat Çağlar, Demirtaş Kamçıl ve Rahmi Bediz, Emin Onat, Şevki Vanlı, Haluk Berksan, Fatih Uran, Vedat Dalokay ve Nejat Tekelioğlu, Vedat Yalçınkaya ve Kadri Kalaycıoğlu, Kadri Erkman, Nejat Ersin, Arman Güran, Sahir Erüreten gibi çok sayıda mimarın da adı anılıyor.

Kitabın sonraki yazılarının her biri tek bir apartman yapısına ve bu yapıyı tasarlayan mimar(lar)a odaklanıyor.

Kitapla ilgili açıklama metninde 'Ece Ayhan’ın metinlerinden ve bu metinlerde sivil kelimesinin konumlandırılışından yola çıkarak, mimarlık tarihi içinde konut mimarlığının da çıplaklığından ve korumasızlığından söz edilebilir.' deniyor. Bunu biraz açar mısın? Mimarlık tarihi kapsamında sivil konut yapılarına yeteri kadar odaklanılmıyor mu veya bu yapılar göz ardı mı ediliyor?

Modern mimarlığın bir anlamda kendini konut meselesi ve ‘yeni modern insanın yeni evi nasıl olacak?’ sorusu üzerinden kurmasına ve mimarlık tarihindeki en ikonik modern mimari örneklerinin konut yapıları olmasına karşın, bu yapıların belgelenmesine ilişkin çok fazla çalışma yapılmadığı bir gerçek. Çoğunlukla ‘büyük anlatılar’ peşinde koşan ya da mimarlığı bu büyük hikayenin bir uzantısı olarak gören eğilimler konut yapılarını ve onun tekil hikayesini çok fazla önemsemiyor.  Egemen anlatı çoğunlukla kamu yapıları ve mekânları üzerinden dillendiriliyor.

Dolayısıyla Ece Ayhan’ın ‘sivil’ kelimesini kullandığı anlamda sivil mimarlık yapıları da çıplak ve korumasızlardır. ‘Önemli’ kişilere ait olan evlerin dışında kalan ‘sıradan’ yapılar hem tarih yazımının hem de koruma pratiklerinin içerisinde kendine ne yazık ki yer bulamıyorlar. 

Peki bu alana odaklanmak kent ve mimarlık açısından nasıl bir açılım sağlıyor? 

Konut yapıları mimarlık tarihini genişletmede, bu alan içinde yaratılan söylemi çeşitlendirmede ve özellikle çoğulcu bir hikâye yaratmada önemli bir rol üstleniyor. Kamu yapıları ve mekânları üzerinden dillendirilen yatay tarih anlatısı konut yapıları üzerine yapılan çalışmalarla aşındırılıyor ve bu durum alternatif anlatıların ortaya çıkmasına yardımcı oluyor. Ek olarak, konut yapıları mimarlık tarih yazımının kendi içine kapanan yapısını kırmada ve mimarlık tarihini ekonomik, sosyal, kültürel tarih alanlarına doğru genişletmede de önemli bir yere konumlanıyor.

Konut yapıları gündelik hayatla görece daha kuvvetli bağlar kuruyor ve bu yapılar üzerinden değişen politikalardan, yapma biçimlerine, değişen yaşam biçimlerinden barınma zevklerine kadar çok katmalı bir veriye ulaşılabiliyor. Daha da önemlisi konut yapıları mimarlığın aktörlerini çeşitlendiriyor. Çoğunlukla mimarı üzerinden dillendirilen mekân, artık kullanıcıya daha fazla dönüyor ve kullanıcısının ‘tekil hikâyesine’ daha fazla odaklanıyor.     

'İkonik' ya da temsiliyeti daha 'kuvvetli' görünen yapılar üzerine bellek oluşturmak ile, 'sivil' yapılar ve özellikle de konut üzerinden bir tarih yazımı yapmak arasında nasıl bir fark var?

Burada belleğe nereden baktığımıza göre değişen bir pozisyon var. İkonik ve temsiliyeti daha kuvvetli gözüken yapılar üzerinden mimarlığa bakmak mekâna ilişkin yaptığımız okumaları kolaylaştırıyor. Bu yapıların zengin mekânsal ve biçimsel kararları üzerinden daha kolay bir söylem inşa edebiliyoruz. Ama bu kanonik bakış aynı zamanda bizi körleştiren de bir durum yaratıyor. Bir mekâna salt mimari değerleri üzerinden bakmak, ya da o yapının hikâyesini sadece mimarın hikâyesiymiş gibi anlatmak bizi mekâna ilişkin çok katmanlı söylemleri fark etmekten uzaklaştırıyor. Bu tip bir bakış açısı üzerinden kurduğumuz anlatı sadece mimarlık alanı içinde kalıyor ve mekânı aslında çok karmaşık aktörlerin ve süreçlerin ürünü olarak okumaktan alıkoyuyor. Gündelik hayatla kurduğu yakın ilişki, bireysel anlatıları ve sahibi adına konuşan mekânsal değerleri öne çıkarma özelliğiyle ‘sivil’ yapılar, çok katmanlı bellek okumasını olanaklı hale getiriyor.   

Ankara, başkent olmasıyla birlikte, Cumhuriyet döneminde hızla kentleşmiş bir yer. Bir yanda da kentin kimliğinde bir hayli etkili olan, Almanya, Avusturya, İsviçre gibi ülkelerden gelen mimarların yaptığı kamu binalarının şekillendirdiği bir kent görüntüsü söz konusu.  Kentin bu anlamdaki hızlı gelişimi ve temsiliyeti Ankara'nın 'sivil' konut mimarisine ve yapılaşmasına nasıl yansımış?

Ankara, daha önce bir geçmişi olmasına rağmen aslında modern dönemde ‘icat edilmiş’ bir şehir. Özellikle yönetim merkezi olma vasfını kazanmasıyla Ankara, çok hızlı ama bir o kadar da titiz bir imar faaliyetiyle yeniden kurgulanıyor. Bu süreçte tabi yabancı mimarların rolü çok büyük.  Hem modern mimarlığı icra edebilecek öğrencileri yetiştirme hem de modern mimarlığın kamusal alanda uygulanması tamamen bu yabancı mimarlar aracılığıyla gerçekleşiyor. Kentin planlamasından, önemli kamu yapılarının tasarlanmasına ve Ankara’daki Bahçelievler konut kooperatifi projesi gibi büyük konut projelerine kadar neredeyse Ankara’nın modern yüzü bu yabancı mimarlar tarafından oluşturuluyor.  Bu süreç içerisinde modern mimarlık anlayışıyla yetişen ilk kuşak Türk mimarlarının, birkaç istisna dışında, kamusal alanda çok fazla yapı yapamadığından ve sadece konut ölçeğine sıkıştıklarından şikâyet ettiklerini biliyoruz. Arkitekt dergisinin erken dönem sayılarına baktığımızda konut ölçeğine sıkışan bu mimarları rahatlıkla görebiliyoruz. Sanırım Şevki Balmumcu’nun Sergi Evi yapısı (kaderi çok kötü de olsa) bu anlamda bir kırılma yaratıyor ve Türk mimarların da kamusal ölçekte projeler yapmasının önünü açıyor. Ama bence Türk mimarlarının uzun süre konut ölçeğinde çalışmak zorunda kalması özellikle Kızılay gibi yeni ortaya çıkan bölgelerde çok nitelikli bir konut stoğunun oluşmasının da önünü açıyor. Tabi sivil konut mimari anlamında esas kırılma 1950 sonrası dönemde yaşanıyor. 1950-1980 yılları arası gerçekten Türk mimarlığında en nitelikli yapıların üretildiği bir dönem. Bunda bir taraftan bu dönemin mimarlığının ulusal/uluslararası, yerel/evrensel gibi kısır tartışmalardan sıyrılması çok etkili. Diğer taraftan da tabi o zamana kadar devlet eliyle yürütülen bir imar faaliyetinin özel sektöre kayması, ilk özel mimarlık bürolarının açılması, yarışmaların çoğalması, mimarların dışarıdaki mimarlıklarla daha fazla iletişebilir olması ve kamusal alanda daha önce olmayan yeni yapı tiplerinin yaygınlaşmasının da rolü var. Kitapta yer verilen yapıların biri hariç hepsi bu tarih aralığında üretilmiş yapılar ve gerek ikramiye apartmanları, kooperatif yapıları gibi daha karmaşık üretimlerde gerekse tek yapı ölçeğindeki projelerde çok nitelikli yapılarla karşılaşıyoruz.      

Bellek oluşturma çalışmaları, geçmişe dair bir arşivleme yapmanın ötesinde, mimarlık ve kent çalışmalarının geleceğine dair nasıl bir potansiyele sahip?

Bu kitapta yer alan makalelerin büyük bir çoğunluğu araştırmacı olarak görev aldığım ve yürütücülüğünü Nuray Bayraktar’ın yaptığı Ankara'da 1930-1980 Yılları Arasında Sivil Mimari Kültür Mirası: Araştırma, Belgeleme ve Koruma Ölçütleri Geliştirme adlı Tübitak Projesinde elde edilen verilerle yazıldı. Projenin devam ettiği üç yıl boyunca ekip olarak yaklaşık 400 tane konut yapısının detaylı belgelemesini (mimari projelerinin temini, yapıların fotoğraflanması, bazı yapıların yeniden modellenmesi, sözlü tarih çalışmaları, v.b.) yaptık. Proje sürecinde Tarih Yazımında Sivil Mimarlık ve Korumada Sivil Mimarlık adıyla iki çalıştay düzenledik. Ve, en önemlisi, projeden elde ettiğimiz tüm verileri bir web sitesi üzerinden erişilebilir hale getirdik. Çeşitli şehirlerde düzenlediğimiz sergilerle ve sergi için ürettiğimiz görsel malzemelerle (proje haritası, proje kataloğu, detay kartları, bina kimlik kartları, v.b) projenin duyarlılığını arttırmaya çalıştık. Aslında bütün amacımız üretilen bu arşivin paylaşılması ve yapılan çalışmanın mimarlık ortamının dışında da tartışılabilir olmasıydı. Proje’nin 2014 yılında tamamlanmasından sonra ilk olarak Ankara’da daha sonra da İstanbul, İzmir gibi şehirlere apartmanlar üzerine ardı ardına açılan sosyal medya hesapları aslında doğru bir şey yaptığımızın en önemli kanıtıydı. Mimarlığa ilişkin üretilen bilgi sadece mimarlar tarafından konuşulduğu ve tartışıldığı sürece sadece belirli bir sınıfın konuştuğu özel bir lisana dönüşüyor. Ama asıl olan sıradan kullanıcının her gün önünden geçtiği binanın farkındalığını ve o yapıyı konuşabilmesini sağlamak. Bu da geleneksel mimarlık tarih yazım pratikleriyle oluşturulabilecek bir süreç değil. Mimarlık tarihi, mekan çalışmaları ve özellikle de medya çalışmalarıyla daha kuvvetli bağlar kurmak zorunda. Ve hem bilginin üretilmesine hem de bilginin paylaşılmasına ilişkin bakış açısını değiştirmesi gerekiyor. Oluşturulan kent uygulamaları, hafıza haritaları, sergiler, çizgi romanlar, v.b. üretimler yapılan akademik çalışmaların alanının genişlemesine ve öngörülemeyen etkileşim ağlarının yaratılmasına olanak sağlıyor. 

Yaşadığımız çağın en derinlikli ama bir o kadar da yüzeysel kavramlarından biri bellek. Çağımız insanı bir taraftan sürekli ardı ardına silinebilir anılar üretirken (sosyal medya hikayeleri), diğer taraftan antika pazarlarında eski aile albümlerinden fotoğraflar toplamanın ve bu malzemeyi ölüm döşeğinden kurtarmanın peşinde. Burada yüzeysel, gelip geçici olmayan ve derinlikli bir bellek oluşturmak çok önemli diye düşünüyorum.  Ama bu sadece derinlikli bir arşiv çalışmasıyla ilgili bir şey değil. Arşivin otonomlaşması ve herkes tarafından sahiplenebilir olması çok önemli. Yoksa bir modern mimarlık mirası yıkıldığında önünde sadece mimarların olduğu bir eylem görmeye devam edeceğiz.   

Kitabın kapsamında yer alan yapıların korunmasıyla ilgili neler yapılmalı ve bu neden önemli?

Bu kitabın ilk baskısı 2018 yılında yapıldı. O zamandan bu zamana kitapta yer verilen yapılardan bir çoğu yıkıldı; bir çoğu da yakın zamanda yıkılacak. Modern mimarlığın korunmasına ilişkin duyarlılık zaten çok azken, modern apartman yapılarının korunması iyice problemli bir konu. Türkiye’de ne yazık ki konut anlamında korunan yapılar çoğunlukla ‘geleneksel türk evi’ kategorisindeki yapılar. Oysa koruma sadece geçmişe değil bugüne de yönelik bir kavram. Bu yapıların korunmasıyla ilgili ilk yapılması gereken bu yapılara ilişkin farkındalığın arttırılması. Başka türlü söylersem, bu yapıların mimarlar dışında da önemsenmesi. İkinci önemli konu bu yapıların müzeleşmeden yani gündelik hayatın içinde kalarak korunması. Sonuçta müzeevler artık ev değiller. Ama yaşarken korumak apartman özelinde çok problemli bir konu. Bu yapıları tescillemek de sorunu çözmüyor; hatta kimi durumda kullanıcısı için zorluk bile yaratıyor.

Berlin’in Hansa Viertel bölgesinde 1957 senesindeki Uluslararası Bina Sergi’nin bir parçası olarak düşünülen ve Walter Gropius, Oscar Niemeyer, Alvar Aalto, Hans Scharoun, Egon Eiermann, Arne Jacobsen  gibi ünlü mimarların tasarladığı apartman yapılarından oluşan İnterbau projesini gezdiğimde aslında bu yapıların nasıl korunabileceğine ilişkin anlamlı bir yol görmüştüm. Öncelikle bir mimarlık açık hava müzesi gibi olan bu mahalle şehir tarafından sahiplenilmiş ve bu modern mimarlık mirası ‘turistik’ haritalara bile girmişti. Daha da önemlisi, bu bölgeyi ziyaret ettiğinizde gördüğünüz şey mimari anlamda önemli yapıların dışında hala yaşayan bir yer oluşuydu. Yaptığım birkaç görüşme sonra bu değerli mimari yapıların içinde yaşayan insanların emlak vergisi vermediğini, evlerindeki herhangi bir tadilatın yerel yönetimler tarafından ücretsiz bir şekilde yapıldığını öğrendiğimde modern konutun ancak böyle korunabileceğine ikna oldum. Türkiye özelinde tabi bu bahsedilen örnek çok ayrıksı durabilir. Ama bu modern apartman yapılarının değerini mimarlar dışında daha geniş bir kitleye anlatabilirsek, bu değerlerin merkezi otorite ya da yerel yönetimler tarafından da sahiplenilmesini sağlayabilirsek ve bu yapıları içindeki yaşamsal süreçleri dönüştürmeden korumanın yollarını bulabilirsek o zaman bu yapıları korumaya başlamışız demektir. Bir apartman yapısını koruyarak sadece bir mimarlık mirasını değil aynı zamanda birinin ‘kendine ait odasını’ da korumuş oluruz.

#sivil mimari #konut #bellek #ankara #apartman #Mimarlar ve Apartmanları #Umut Şumnu


Sayfanın Başına Dön