MÜZE MONO: DEĞİŞKEN FONT PROJESİ
MÜZE MONO: DEĞİŞKEN FONT PROJESİ
MÜZE MONO: DEĞİŞKEN FONT PROJESİ
MÜZE MONO: DEĞİŞKEN FONT PROJESİ
MÜZE MONO: DEĞİŞKEN FONT PROJESİ
MÜZE MONO: DEĞİŞKEN FONT PROJESİ
MÜZE MONO: DEĞİŞKEN FONT PROJESİ
MÜZE MONO: DEĞİŞKEN FONT PROJESİ

MÜZE MONO: DEĞİŞKEN FONT PROJESİ

TASARIM   31.07.2020

Müze Mono fontu nasıl ortaya çıktı?

ES: Bu font ile ilgili çalışmaya, Onur’a bu işi teklif etmeden epey önce başlamıştım. Fontun hikayesini benim yalnız yürüttüğüm ve sonrasında Onur’un gelmesiyle birlikte hayata geçirdiğimiz dönem olarak iki aşamalı şekilde düşünmek gerekiyor. Onur’la işbirliğimizden önce henüz fonta dönüşmemiş bir yazı tipiydi. Onur’la beraber bu bir fonta dönüştü. (Yazı tipi ve font arasındaki farkı biraz açar mısınız?)

Yazı tipi –tercihen- yazı işleriyle ilgilenen bir grafik tasarımcının özgün, yeni bir yazı karakteri tasarlaması ve gereken bütün unsurlarını bir şekilde uygulanabilir hale getirmesi ile ilgili. Font olması için bunu herhangi bir bilgisayarda bir font olarak kullanma imkanını sağlayacak programlamaya ve düzenlemeye ihtiyaç var. Dolayısıyla işin içine o yazı tipinin karakterleri arasındaki ilişkiyi, hem artistik hem de teknik olarak düzenleyecek bir uzmanlık, teknoloji girmesi gerektiriyor. Ben yazı karakterini/tipini tasarladım ve elbette bunca zamanki deneyimle, o yazı tipinin unsurları arasındaki tasarım ilişkilerini de kurdum ancak bunu standart bir disiplinle yapmadım. Bunun için kesinlikle bir uzmanlık bilgisine ihtiyaç var, ki bu noktada Onur devreye giriyor.

OY: Emre Hoca’nın çok güzel bir şekilde özetlediği gibi, font tasarımı her şeyden önce bir alfabe tasarımı. Alfabenin de ötesinde, noktalama işaretleri ve sayılar da olmak üzere, tüm karakterlerin aynı görsel dili paylaştığı, birbirleriyle yan yana dizildiğinde tuhaf lekeler oluşturmayan, ahenkli bir seri çıkarmak için öncelikle bunu kurgulamak gerekiyor. Kimi zaman bunu kurgulayan insanla, tamamlayan insan aynı olmuyor, ki grafik tasarım dünyasında bu şekilde çok örnek var. Bazen de, bu projede olduğu gibi, font tasarımıyla uğraşan, yani işi mekanik şekilde çalışacak hale getiren kişiyle işbirliği yapılıyor.

Emre Hoca bu çalışmada matematiği çok net olan bir sistem kurmuştu. En küçük birimden itibaren, tüm birimler çok tutarlı bir şekilde üst üste konuşarak inşa ediliyor. Tıpkı lego gibi... Dolayısıyla tabir-i caizse seri üretime geçirecek mekanizmayı oluşturma aşamasında, bu şekilde bir sistem üzerinden uygulanabilir bir haldeydi. Emre Hoca zaten görsel yaratıcı faaliyetin çok büyük bir kurgusunu çıkardığı için, geriye kalan onu uyarlamak oldu. Benim yaptığım daha çok “işin içine matrak ve yaratıcı anlamda değişik uygulamalar nasıl yapılabilir”, “bu harfler şöyle davranabilir mi” gibi sorular üzerinden bazı öneriler geliştirmek oldu. Benim en keyif aldığım kısım da zaten bu uyarlama aşamasındaki tasarımsal ve yaratıcı faaliyetler oluyor.

Bu aşamada bazı matrak kararlar almak gerekti. Çizgisi kesik biten bütün harflere değişken fontlar sisteminden gördüğün yön isimlerini verdik, kuzey-güney-doğu-batı olarak. Örnek vermem gerekirse ‘F’ harfini kuzeye çekemiyorsun, çünkü F’nin üst barı ortadan kalkacağı için, harf kimliğini yitirecek ve o zaman da okunurluktan ödün vermeye başlayacak. ‘G’ harfinin mesela kesik ucu o tarafta olduğu için bu harf batıya doğru uzayabiliyor. Bu projede uyguladığımız bir tür kesik uç kuralı.

Emre Hoca bu harf sistemini kurgularken bir harfe birden fazla set kurgulamış ve bunlar otomatik olarak birime cevap veriyor. Dolayısıyla bunlardan birini seçtiğiniz zaman yönle ilişkilendirebileceğiniz bir format çıkıyor. Biz bunu kurgularken öyle bir yapalım dedik ki, bu şekilde oynarken ortaya çıkacak bir takım kazalar bizi rahatsız etmesin. Hatta aslında bütün matraklık da bu ilişkilerin ortaya çıkması. Diğer türlü aşırı kontrollü ve statik bir iş ortaya çıkıyor. Bu ise kendi kendine davranabilen bir kurgu. Bu haliyle opsiyonları bitmeyen bir lego oyunu gibi. Benim de arada terapik olarak oynadığım bir tür oyun diyebilirim. Kombinasyonlar bitmiyor...

Çalışmanın her iki aşaması nasıl bir süreçte ve be kadar zamanda tamamlandı?

ES: Bundan sekiz-on yıl önce Eminönü’ndeki Türkiye İş Bankası Müzesi’nin logosunu yaptım, logo bu haliyle, üzerine hiçbir şey üremeden çok uzun süre kaldı. İş Bankası’nın zaman içinde gerçekleştirmeyi planladığı birkaç müze projesi olduğu için,  bu logoyu tasarlarken, bu logodan türeyen bir sistem yaratabiliriz diye hayal etmiştim. Logodaki ‘müze’ sözcüğünü oluşturan karakterleri tasarlarken, o anda ihtiyaç olmasa da, sırf merakımdan, o olası yazı tipinin başka karakterlerine de bakmıştım. İki yıl önce ise -üzerine konuştuğumuz- bu proje çıktı ortaya. Bu, İktisadi Bağımsızlık Müzesi adını alan Ankara, Ulus’taki eski genel müdürlük binası için olan bir proje. (Giulio) Mongeri’nin yaptığı müthiş bina, içinde galerisi, farklı sergi ve toplantı salonları ve tematik bölümleri olan bir müzeye dönüştürüldü. En alt katta da, Türkiye’nin İktisadi Mücadelesi’ni anlatan kalıcı bir sergi yer alıyor. Sergiyi tasarlarken, başlıklara ihtiyacımız oldu. Bu noktada en başa döndüm ve müzenin kimliğini de Eminönü’ndeki müzeden yola çıkarak tasarlamam gerektiğini hatırlayarak, bankaya bu şekilde önerdim.

Serginin ihtiyacı olan tüm başlık elemanlarını ve sonrasında da giderek müzenin kendi içindeki yönlendirmelerini bu yazı karakterini kullanarak tasarladık. Ancak o aşamada elimizde hala bir font yoktu, tek tek harfler ve o harflerin nasıl davranacağına dair niyet vardı. Her seferinde -lego metaforundan devam edersek- tek tek parçaları dene, koy, ekle, çıkar derken, bunu bu kadar manuel yapmak çok zahmetli bir iş olmaya başladı. Bir yandan bu, standardın gözden kaçması riski de taşıdığını ve bir font haline getirmezsek çok kolay bozulacağını fark ettik. Dolayısıyla, hali hazırdaki iki müzeyi, bu müzelerdeki galerileri ve açılan / açılacak sergileri düşündüğümüzde, bu çalışmayı bir font haline getirmek için yeterince nedenimiz vardı.  Bankaya bu çalışmayı bir font haline getirmeyi önerdim ve bunun daha önce rastlanan gibi bir font olmayacağını, tasarımcıya çok fazla esneklik ve fırsatlar tanıyan, değişken bir font olacağını ilettim. Sonuçta banka da buna sıcak baktı. Onur’un değişken fontlarla ilgili yaptığı sunum sayesinde zihnim açıldı ve o zihin açıklığıyla birlikte bunun nerelere gidebileceğini çok daha rahat düşündüm. Üç görüşme sonunda çok hızlı bir şekilde ilerledik. Benim Onur’u aramamla, fontu makinalarımızda kullanmamız arasında sanıyorum iki, iki buçuk ay var. Ancak logoyu yapmamızı başlangıç alırsak sekiz-dokuz sene olmuş demektir. Ama bu tohumun toprağa düşmesi... Filizlenmesi iki senelik bir süreç diyebilirim.

Tasarım sürecinde ne çok neleri gözettiniz? Müze Mono müzenin bağlamı ve içeriğiyle nasıl bir ilişkisi kuruyor? Ya da kuruyor mu?

ES: Aslında müthiş bir font koleksiyonu var. Hatta biraz fazla diyebiliriz.. Nüanslarla tekrar eden çok fazla yazı karakteri/tipi mevcut dünyada. Her ay bu seçkiye yenileri ekleniyor. Bütün bunlar varken, neden böyle bir font tasarladınız dersen, burada işler biraz tersten gitti. Çok iyi bildiğimiz şeyleri, çok bilmediğimiz bir şekilde kullanıp sonuç almayı tercih ediyorum ve bu çalışma da bunun ürünü. Aslında bu yazı karakteri son derece basit. Eminim yazı işiyle uğraşan herkesin bu kadar geometrik bir iki yazı denemesi yapmıştır. O açıdan çok özel bulmuyorum. Ancak bunun o tip girişimlerden farkı, arkasında, letrasetten, şablondan, elle yazmaktan başlayan ve uzun yıllar süren bir tasarımcılık serüveni olması yatıyor. Ben bunların hepsini yaptım. Dolayısıyla bir yazı karakterini iyi yapanın harflerin tek başına güzelliği mi, birbirleriyle ilişkileri mi, yoksa bunların hepsi mi olduğuna dair bir sürü bilgi var. Bu çalışmanın arkasında da tüm bu bilgiler gömülü. O yüzden bu font iyi görünüyor ve çalışıyor.

Müze için neden böyle bir şey gerektiği sorusuna gelirsek; bu, tasarımcının ne kadar marifetli olduğunu göstermek için yapılan bir şey değil. Sonuçta bir kimlik yaratıyorsunuz. Hele ki müzeler gibi yarı konservatif yapılar için kimlik yaratırken, hem geleneksel kimlik bilgisini koruyacaksınız, hem de özgün ve yeni olacaksınız. Burada böyle bir arayıştan yola çıktık. Ve bu bir müze için iddialı ve özgün bir yaklaşım. Yapıyı gençleştiren bir yanı var. İyi kullanılırsa uzun süre müze kimliğinin iyi bir parçası olacağını düşünüyorum.

Peki kurumsal yapı ve tasarımın "oyunlu" olarak da tarif edebileceğim yapısı arasında nasıl bir bağ kurdunuz?

OY: Logodan türemiş birçok kurumsal font var. O açıdan türünün tek örneği değil. Ama logodan bir sistem çalıştırmak çok sancılı bir süreç. Bu, son derece geometrik ve konservatif yapıya sahip bir yazı tipi. Ancak bir font müzenin sergileyeceği şeyler gibi görünürse, o zaman font olmaktan çıkar ve içeriği taklit etmeye çalışan tuhaf bir sistem olur. Fontun kendinin bir organizma olarak davranması gerekiyor. Bu mono linear bir font, yani yataylarla dikeylerin kalındığı aynı. Genel olarak görsel anlamda büyük harflerde çalışacak şekilde kurgulanıyor ve içinde çok fazla unsur barındırmıyor. Bu anlamda primitif. Tüm karakterler birbiriyle uyumlu ancak okunması –mono linear olduğu için- daha zor. Matraklığından ötürü büyük harfte, daha çok başlıklarda çalışıyor. Burada önemli olan iç mekanın köşeleri, duvarları, sergi tasarımı ile çalışabilecek bir geometrik font olması gerektiği idi.  Bu anlamda müze için iyi  bir çalışma, çünkü özellikle iç mekanda kullanılmak için tasarlanmış. Örneğin bir duvarda bir harfi uzatıp, tıpkı kemer gibi onu bütün sergi alanına kadar uzatabilirsin. Böylece her türlü iç mekanla ilişkilenmiş olur. Ancak içerik olarak bakacak olursak, sergilenecek içerikle bir ilişkisi yok tabii.

Müze Mono'nun nasıl kullanılacağını veya nasıl hayat bulacağını düşünüyorsunuz?

ES: Bir yap-yapma kılavuzumuz var. Onur’un az önce açıkladığı gibi, bu fontla bir metin / paragraf yazılamaz. En fazla başlık niteliğinde bir cümle yazılabilir. Hangi amaçlarla başlık / cümle yazılabileceği de tanımlı. Sergileme elemanlarında, müzenin kurumsal kimliğinin gerektirdiği yerlerde kullanılabilir. Ancak banka içinde bambaşka bir hizmet sunan bir departmanda kullanılamaz. Dolayısıyla sınırları çok belirli ve tanımlı.

Kesik uçların uzayıp kısalması, harf ve satır aralarıyla oynanamaması gibi bazı sınırlar da koyduk ki deformasyonlar olmasın. Genişletme, daraltma gibi birimin kendisini bozan müdahaleler yapılamıyor.

Zaten İş Bankası müzelerinin hizmet aldığı servisler de çok tanımlı olduğu için fontu onlara teslim ettik. Teknik veya artistik anlamda bizim öngörmediğimiz herhangi bir sıkıntı yaşamamız halinde, bunu görüşmek ve buna göre fontu geliştirmek mümkün. Ancak bunun için zaman gerekiyor.

Her tasarım bir probleme veya ihtiyaca cevap üretmek için ortaya çıkmak durumunda değil elbette. Ancak bir nesneden bahsederken tasarımın arka planında ve ortaya çıkışında bir ihtiyaç veya öngörü konusu daha belirgin olabiliyor. Söz konusu olan bir font ise, bu noktada nasıl bir ihtiyaç veya öngörüden bahsediyoruz? Yoksa hiç bahsetmiyor muyuz?

ES: Bu kadar kısa zamanda gerçekleşmesi gereken bir müze açılışı ve size büyük sorumluluklar yükleyen koca bir bina olduğunda bir çıkış yolu bulmak zorundasınız. Bu çıkış yolu bu çalışmada olduğu gibi, bir görsel kimlik unsuru olabilir. Bu biraz riskli olsa da, kararı vermeyi ve yürümeyi başardık.

OY: Görüntü oluşturmak bir kültür meselesi. Ve bence bu konuda görsel veya işitsel bazı şeylerin mevzu bahis yapılması içinde bulunulan coğrafyanın uzun vadede, biraz daha zengin ve renkli bir coğrafya olmasına katkıda bulunuyor. Bu projede katkılardan biri, Müze Mono’nun kendine has ve spesifik bir yapısı olmasından kaynaklanıyor. Bunu bir müzenin kılavuzunda, bir kitabın kapağında ve buna benzer yerlerde gördüğünüzde ister istemez akılda kalıcılığı oluyor. Ve bu da insanların bu fontu gördüğünde, kurumla ilişkilendirmesine neden oluyor. Kurumların bu anlamda son yıllardaki artan farkındalığı ve talebi bence çok önemli. Ben on yıldır Türkiye’deyim ve son beş yıldır bu anlamda bir şeyler olduğunu görüyorum. Kurumlar sipariş etmeye başladılar veya bu anlamda önde gelen Özge Güven gibi isimlerin müşterilere bu süreci izah etmesi sonucu, müşteriler de bunu öğrenmeye başladı. Esen Karol da yıllardır bu konuda çaba sarf ediyor. Dolayısıyla grafik tasarımcının buradaki rolü önemli.

Her ikiniz de bir yandan akademisyen olduğunuzdan dolayı işin eğitim tarafına gelirsek, öğrenciler tarafında bu alana ilgi ne yönde? Teknolojinin ve yeni mecraların font tasarımı ve bu alanın yaygınlaşması üzerinde bir etkisi oldu mu?

ES: Mimar Sinan Üniversitesi diploma projelerinde son on yıldır iki şeyin öne çıktığını görüyoruz; bunlardan biri yazı karakteri tasarımı, diğeri de taşınabilir dijital cihazlarda kullanılacak çeşitli uygulamaların tasarımları. Her dönem yazıyı mesele eden çok nitelikli diploma projeleri çıkıyor artık. Teknoloji ve yeni mecraların bunda etkisi çok fazla. Çünkü şu ortaya çıktı ki, bizim mesleğimiz bir açıdan bakıldığında yeni bir içerik, yeni bir görüntü yaratma meselesi.  Ancak iyi bir iş niteliğini kazanması için üzerinde çok düşünülmüş, çalışılmış ve emek verilmiş, zekice olması gerekiyor. Artık  hiçbir tasarımcının araçsızlıktan şikayet etme hakkı yok. Teknoloji ve araçsallık açısından baktığınızda müthiş bir demokrasi ve fırsat eşitliği sağlanmış durumda. Dolayısıyla bahaneler ortadan kalktı ve gerçek maharet daha görünür oldu. Bunun dışında kalanlar görüntü gürültüsü. Bülent Erkmen buna ‘görüntü terörü’ der ve çok haklıdır. Lezzetli ama manasız, hiçbir anlam yaratmayan, bir kavram sunamayan, bir şey gibi olan, çok iyi yapılmış, çok başarılı görünen işler var. Ancak bunlar akılda kalmaz, hatırlanmaz, size haz vermez, arkasını merak etmezsiniz. Bu açıdan bakınca grafik tasarımcının işi şimdi biraz daha zor.

Bu demokratik araç gereç, teknoloji durumu ve bu kadar çok görüntü üretilmesi, yazının da bir anlam taşıyacağı, o yazının görüntüsünün resimleşebileceği, onun da kendi başına, başka şeylere ihtiyaç duymadan, taşıdığı anlam değil görüntüsü üzerinden bir şey iletebileceği çeşitli şekillerde açığa çıkmaya başladı ve bu çok önemli. O yüzden belki bugün bir kurum ‘bize özel bir yazı karakteri yap’ demese de, tam da bu nedenle yarın diyecek.

OY: Emre Hoca’ya katılıyorum. Teknoloji açısından iş çok demokratikleşmiş durumda. Gerisi sana kalıyor. Mesele işin teknik kısmı değil zaten. Asıl mesele, ne çiziyorsun ve niye çiziyorsun sorusu. Çizerken mevzu bahis yaptığın konu ne? Mesela benim Google için yaptığım font işinde müşterim onlar değildi, onlar fontu görüp satın aldılar. Benim kendi mevzu bahis yaptığım bir konu vardı. Dolayısıyla müşteri kendimdim. Kendime verdiğim ‘brief’; ‘dar espaslı Türkçe harflerin birbirine girmeden, cömert bir şekilde dizildiği uzun soluklu metinlerde okunabilen’ bir font üzerine idi. Ortada bir mevzu ve samimi bir ‘brief’ olmadan problem çözümü olabileceğine inanmıyorum.

Üniversitede font tasarımına ilgisi olan insanlar gittikçe artıyor, evet. Öğrencilere de söylediğim gibi; çok fazla beyin ve görsel egzersiz yapmak gerekiyor. Amaç güzel bir harf çizmek değil, güzel bir sistem kurmak. O nedenle de font tasarımı çok iyi bir egzersiz. Ancak hiçbir zaman ‘bu oldu, tamam’ dememek gerekiyor. Bunu diyebilmek için ciddi bir ‘brief’ ve birkaç yıl süren bir deneme-yanılma süreci lazım. Bu virüsü kapan öğrenci de zaten bu şekilde devam ediyor. Fontun neye benzeyeceği değil, ne yapacağı, yani davranış biçimi daha kritik. Hala yapılacak çok şey var. Ancak Emre Hoca’nın da dediği gibi, her şey teknik anlamda demokratikleştiği için içerik çok önemli hale geldi.

Röportaj: Bahar Turkay

#font #tipografi #Emre Senan #Onur Yazıcıgil #Türkiye İş Bankası #müze #harf tasarımı #harf #yazı karakteri #yazı tipi


Sayfanın Başına Dön