SERKAN TAYCAN İLE KENTE DOĞRU
SERKAN TAYCAN İLE KENTE DOĞRU
SERKAN TAYCAN İLE KENTE DOĞRU
SERKAN TAYCAN İLE KENTE DOĞRU
SERKAN TAYCAN İLE KENTE DOĞRU
SERKAN TAYCAN İLE KENTE DOĞRU
SERKAN TAYCAN İLE KENTE DOĞRU
SERKAN TAYCAN İLE KENTE DOĞRU
SERKAN TAYCAN İLE KENTE DOĞRU
SERKAN TAYCAN İLE KENTE DOĞRU
SERKAN TAYCAN İLE KENTE DOĞRU
SERKAN TAYCAN İLE KENTE DOĞRU
SERKAN TAYCAN İLE KENTE DOĞRU
SERKAN TAYCAN İLE KENTE DOĞRU

SERKAN TAYCAN İLE KENTE DOĞRU

TASARIM   20.10.2021

Serkan Taycan ile Müze Gazhane'nin açılış sergisi olan ‘Kente Doğru’ üzerine konuştuk.

Müze Gazhane’nin açılış sergisi olan ‘Kente Doğru’ modern kentleşme sürecini İstanbul üzerinden izliyor. Hem İstanbul üzerinden hem daha geniş plandan değerlendirdiğinde kentleşme sürecinin yarattığı sence en belirgin ve kalıcı etki nedir?

Tabii ki kentler artık kendilerine yetmiyorlar. Çünkü liberalleşen dünyada, nüfus artışıyla paralel bir şekilde, birbirine eklemlenen ekonomik düzen sayesinde tüketim son derece artmış durumda. Ve kentler bu tüketim hızına kendi kaynaklarıyla cevap verecek durumda değiller. Bu, son derece aşikâr bir şekilde gözümüzün önünde duruyor. Dolayısıyla bu artış kentlerin çevrelerini, çeperlerini ve ona kaynak sağlayacak yerleri, ekolojik ve doğal kaynakları bakımından da tam anlamıyla bir sömürme halini alıyor. Örnek vermek gerekirse İstanbul'un suyu üç yüz kilometre öteden, gıdası Türkiye'nin ve hatta dünyanın dört bir köşesinden geliyor. Hatta İstanbul çevresindeki coğrafyanın verimli olması nedeniyle her ne kadar zor olsa da bir şekilde devam ediyor ve bu açıdan biraz şanslı bile sayılabilir. Ama mesela kentleşmenin belki de dünyadaki şu anda en garip örneklerinden bir tanesi olan Dubai, hiçbir tarım faaliyeti yürütülmeden, tamamen dışa bağımlı bir şekilde, bir makine düzeniyle işlemeye çalışıyor. Bir yerde bu kesilirse sürdürülemez bir hal alacak, kıtlık baş gösterecek. Dolayısıyla en belirgin ve kalıcı etki bence sürdürülemezlik diye özetleyebilirim. Bu gittikçe artan iklim kriziyle beraber daha da içinden çıkılmaz bir hale dönüşecek. Bu hızla dünya nüfusu da artmaya devam ederse ve gelişen ekonomilerdeki nüfus kentlere hücum ederse -Çin'de Hindistan'da ve benzeri ülkelerde olduğu gibi- bu sürdürülemezlik engellenemez krizlere yol açacak.

Bu bahsettiğimiz krizi kentte yaşayanların fark etmesi ve hissetmesiyle, ekolojik dönüşümün bundan etkilenmesi arasında bir ayrım mutlaka olmalı. Kentte yaşayanlar bu süreci nasıl yaşıyorlar? Ve gün be gün takip etmesi çok zor olan ekolojik dönüşüm bu süreçten nasıl etkileniyor?

Kentte yaşayanların bu süreci nasıl yaşadığı, çok boyutlu ve sınıfsal bir durum. Kentte yaşayanlar diyebileceğimiz homojen bir grup yok, çok farklı sınıfsal, etnik kökenlerden geliyorlar. Kentin avantajlı kitlesi çeşitli kaynaklara ulaşım kolaylıkları sayesinde kentleşme sürecinin sancılarını daha az hissediyor tabii ki. Hatta bundan faydalanıyorlar da. Çünkü bütün bu göçler sonucu oluşan daha ucuz iş gücü ve hizmet sektörünün gittikçe büyümesi gibi sonuçlar sayesinde kentte yaşayan avantajlı sınıfın kente katılımı, kentle yaptığı kültürel ve mekânsal alışverişin kalitesi, değişkenlik göstermekle beraber aslında yükseliyor.

Gelir dağılımında dezavantajlı ve kaynaklara ulaşımda sıkıntılı olan sınıf ise bu süreçten çok daha kötü etkileniyor. Çünkü yeterli konut güvencesine sahip değiller ve ulaşım, kaynaklara erişim zorlukları nedeniyle gittikçe hayat standartları daha da düşüyor. Yükselen bu neoliberal ekonomik düzen sayesinde çeperle merkez arasında sadece mekânsal olarak değil sınıfsal olarak da makas gittikçe açılıyor. Bu makas açıldıkça kentteki kesişim alanları sınırlanıyor. ‘Getto’laşmalar başlıyor, kamusal alandaki karşılaşmalar azalıyor, ekonomik gelir gelir dağılımına göre mekânsal bölüşümler baş gösteriyor. Belirli bir ekonomik gelirlere sahip insanlar belli mahallelerde yaşıyor ve aralarındaki kesişim gittikçe azalıyor. Çünkü şehir büyüdükçe ulaşım ağları da zorlaşmaya başlıyor. Aslında kent yaşamında uyumluluk, diyalog azalıyor ve kentin kent olmasının verdiği o demokrasi kültürü ve fikirlerin, farklı etnik, dini, sınıfsal kökenli insanların karşılaştığı o kent olma hali sekteye uğruyor. Bu en başta söylediğim gibi gittikçe sürdürülemez bir hale yol açıyor. İstanbul'da bunu son derece sert diyebileceğimiz şekilde de gözlemliyoruz. 2013’ten beri yürüttüğüm bu çalışmalar sırasında, fotoğraflar üretmek, yürüyüşler yapmak veya başka şekilde araştırmalar gerçekleştirmek için kentin günlük hayatımızda uğranılmayacağı düşünülen birçok yerine gitme olanağına sahip oldum. Gördüm ki sınıfsal ve mekânsal ayrım gittikçe artıyor ve bu belirgin şekilde görülebiliyor. Kentin ekolojik dönüşümü ise atık, yağmur suyunun yönetimi gibi konuları da kapsayan çok boyutlu bir mevzu. Bu soruyu ancak çeperlerdeki ekolojik dönüşüm olarak cevaplayabilirim.

Peki konuya kentin çeperleri üzerinden yaklaşırsak, oradaki değişim ve yaşanan süreç bize ne söylüyor?

Benim çeperlerle ilgilenmem kenti ve kendi kentliliğimi anlama isteğimle şekillendi. Üniversiteden önceki hayatını İstanbul dışında geçirmiş bir insan olarak, üniversiteyle de beraber hayatımın yaklaşık yirmi küsur senesini İstanbul'da geçirdikten sonra kendi İstanbulluluğumu bir miktar sorgulamak için de aslında çeper araştırmalarına başladım. İstanbulluyum diyebilmek için İstanbul'u bilmek gerekiyor. Tarihi Yarımada’yı, Pera'yı, Kadıköy'ü ve çevresindeki üç dört ilçeyi bilmek yetmiyor. Bu artık İstanbul değil çünkü. Bu İstanbulluların da kendi kendisine sorması gereken bir soru.  Bugünkü İstanbul'da beş tane merkezi ilçede hayatını geçirmiş olunca İstanbullu oluyor musun? Bence bu büyük bir soru işareti. İstanbulluyum demek için bana göre kalırsa Bağcılar'ı, Sultanbeyli'yi, Halkalı'yı, Güngören'i de bilmek gerekiyor. Çünkü kentin kendisinin bu olması artık yadsınamaz bir gerçeklik. Ben de aslında tam olarak bundan dolayı başladım bu mevzuda çalışmaya. Çeperde neler olup bitiyor ve çeperdeki mevzu bizim hayatımızı, İstanbulluluğu, İstanbul'u nasıl etkiliyor?

Bu çeper ziyaretlerinde tabii ki İstanbul'un çok da sahipli olmadığını fark ediyorsun. Çünkü çeper son derece kırılgan bir yer. Hücre gibi seçici-geçirgen bir yapısı var. Kente yeni gelenler önce çeperlerdeler ve sonra içeriye doğru girmeye başlıyorlar. Bu hem sosyal-sınıfsal, aynı zamanda mekânsal ve ekolojik bir kırılganlık, çünkü oradaki ekolojik tahribat kimsenin dikkatini çekmiyor. Merkezdeki bir yeşil alanın veya bir kamusal alanın tahribatı birçok insanın dikkatini çekerken çeperde öyle olmuyor. Dolayısıyla son derece sert bir dönüşüm gözleniyor. Hafriyat mevzusundan tutun da taş ocaklarına varıncaya kadar kentin ve çevresinin doğasını son derece sert etkileyen şeyler gözlemledim. Bunlara tek tek giremeyiz ama özellikle taş ocakları mevzusu ve hafriyat döküm alanları dikkat çekici. Mühendislik eğitiminden ve şehircilik okumamdan kaynaklanan bir nedenle bu projeler sırasında hafriyatın sirkülasyonunu da çok inceledim. Çünkü malzemenin dönüşümünü anladığınızda tıpkı vücuttaki kanın akışını anlamış gibi, kentin dolaşımının aslında nereden nereye gittiğini, yapısını ve de belki patolojisini anlayabiliyorsunuz. Taş ocakları ve hafriyat döküm alanları en sorumlu kısma giriyor. Çünkü kentin içerisinde bütün bu dönüşümün çıktıları, atıkları kentin çeperinde devasa büyüklükte hafriyat yığınları oluşturuyor. İstanbul orada tekrar toplanıyor ve bu tekrar toplanış aslında geçici hafriyat yığınlarını oluşturuyor.

Sergide yer alan ‘Kabuk’ bölümündeki fotoğraflardan birinde özellikle bunu kullanmaya çalıştım. Bahsettiğim panoramik fotoğraf üçüncü havalimanı bölgesinin altında kalan hafriyat döküm alanındaki bir kesiti gösteriyor. Her biri belirli bir renkte hafriyat yığınları görüyoruz fotoğrafta. Oradaki her bir renk İstanbul'un başka bir parçasını temsil ediyor. Dolayısıyla bu aslında bir nevi bir İstanbul panoraması.

İstanbul tarih boyunca panoramik olarak ifade edilmiş bir kent. Oryantalist fotoğrafçılardan, gravürlülere kadar İstanbul hep panoramadır çünkü İstanbul'un topoğrafyası panorama yapmaya son derece uygundur. Tekrar hafriyat meselesine geri dönecek olursam, aslında orada da İstanbul'un o topoğrafyasını tekrar görüyoruz ve aslında şu soruya cevap arıyoruz; ‘İstanbul'un bugünkü panoraması nedir acaba?’ İstanbul'un bugünkü panoraması Pera'yla, tarihi yarımadayla, camilerle, minarelerle Topkapı Sarayı'yla, Galata Kulesi'yle anlatılamaz. Çünkü bunlar İstanbul'un bugünkü gerçekliğine ve çelişkilerine cevap veren imgeler değil. Bu imge son derece önemli, kültürel, mimari değere sahip. Sonuçta dünya üzerindeki ikonik bir şehir siluetinden bahsediyoruz. Ama bugünkü İstanbul’un bu olmadığını kabul etmek gerekiyor. ‘Acaba bugünkü İstanbul nedir?’, ‘İstanbul ölçeğinde kentleşme nedir?’ sorularına cevap üretmek için ben de sergide yer alan o panoramaları üretmiştim. Aslında serginin belli bir kısmı da bu soruları cevaplamamaya çalışıyor.

Yaklaşık 15 yıldan beri yürüttüğün bir çalışma sürecinin sonunda ortaya çıkan bir sergiden bahsediyoruz. Peki sergideki seçkiyi ve anlatıyı nasıl oluşturdun?

Bu sergide 2007 yılından günümüze, 2021’e kadar olan dört parçalı bir yapı var. 2021’deki süreç ‘İki Deniz Arası’ programının yürüyüş rotasının ta kendisi. Dolayısıyla halen devam eden bir çalışmalar dizisi olduğunu söyleyebiliriz. Serginin ilk üç parçası her biri kendi başına bir sergi olan üç fotoğraf çalışmasından oluşuyor. Bunlar sırasıyla; 2007’den itibaren iki senelik bir süreçte ürettiğim ‘Habitat’, ardından 2-3 senelik bir çalışmalarla ortaya çıkan ‘Kabuk’ ve ‘Agora’ ve bunların arasına giren bir yürüyüş rotası. Bunların hepsini birbirine bağlayan şey taşradan kent cephelerine, oradan da kent merkezine olan bir yolculuk ve kentleşme hikayesi. Bu üçü aslında birer fotoğraf temsili. Burada ayrıca mimari anlamda bir kesit alıyorsunuz. Dördüncü olarak da ilk başta temsillerden oluşan bu kesiti bedensel olarak deneyimlettiğim bir versiyon var.

İstanbul'un dışında geçmiş bir çocukluk, ardından mühendislik eğitimi, sanatla iştigal etme ve fotoğrafla devam eden sürecin sonunda, 2007’a geldiğimizde, o yıllar öncelikle İstanbul'un ve Türkiye'nin Avrupa Birliği sürecinin çok sıcak olduğu vakitlerdi. Ekonomik olarak günümüzle karşılaştırıldığında daha dinamik, hareketli bir tablo olduğunu söyleyebiliriz.  İstanbul özelinde 2010 Kültür Başkenti’ne bir yol vardı. Dolayısıyla aslında kendi kimlik, aidiyet meselelerimi anlama çabamla, memleketim olarak İstanbul'un toplumsal kimlik ve aidiyetini anlama çabası o yıllarda birbiriyle çakışıyormuş gibi geliyordu bana. Diğer yandan, tam da otuz yaşlarımla beraber tekrar Ankara'nın doğusu diye tarif edeceğim bölgelere, daha çok kavramsal bağlamda taşra meselesini araştıran, ‘Taşra nedir?’ sorusunu soran bir fotoğraf çalışması yapmaya niyetlendim. Çocukluğumun ve ilk gençliğimin geçtiği yerleri ziyaret etmeye başladım. Böyle bir çalışmanın ürünü olarak üç sene boyunca Anadolu'nun farklı yerlerinde portelerden ve peyzajlardan oluşan, -yalnızca fotoğraf mecrasının içinden konuşursam- bir miktar daha mesafeli, durağan, dramatik öğelere yaslanmamaya çalışan, folklorik ve oryantalist temalardan daha uzak duran bir fotoğraf anlayışıyla bir seri ürettim.. Bu 14 sene öncesinde, ‘Instagram’ın henüz olmadığı bir dünyaydı. Fotoğrafın o devirde çok daha başka bir anlamı vardı. Tabii yelpazenin çok geniş olduğu bir tematik alandan bahsediyorum. Sınır, tarih, ulus devlet gibi kavramların da iç içe geçtiği bütün bu seyahatlerde bir izlek var diyebilirim. Kendi içinde şiirsel unsurlar da barındıran bir fotografik deneme diye özetleyebilirim kendi adıma. Bu kısım 2009 itibariyle tamamlandı ve ‘Habitat’ Türkiye'deki o dönemin yegâne fotoğraf galerisi olan Elipsis’te sergilendi. Avrupa'da da birkaç yerde sergilenmek fırsatı buldu.

Ardından 2010 yılında İstanbul’un çeperlerindeki dönüşümü anlatmaya çalıştığım sergi projesine başladım. Bu aslında yine toplumsal hatlara, olaylara ve bağlama dayanıyor. Hatırlayacak olursak 2010-2013 arası İstanbul’un dönüşümü nedeniyle insanların kent hakkını savunmak için Gezi’ye doğru giden yolda harekete geçtiği bir dönemdi. Ben de yine benzer düşüncelerle bu dönüşümün ne olduğunu anlamak için biraz önce bahsettiğim İstanbul'un çeperlerindeki fotoğrafları çekmeye başladım. Bu yalnızca mekânsal değil sınıfsal fay hatlarını da anlamaya çalışan bir meseleydi. Bir yandan da bunun benim Gezi’ye doğru giden yoldaki kişisel refleksim olduğunu söyleyebiliriz. ‘Kabuk’ benim kent araştırmama daha farklı boyutlar kazandırılan birkaç projeyle aynı anda gerçekleşti. Araştırmanın bir kısmı, sergide de de sembolik olarak küçük bir parçasının yer aldığı, 2010 Avrupa Kültür Başkenti nedeniyle İstanbul ve Marsilya'da yürüttüğüm endüstriyel mirasla ilgili bir fotoğraf çalışmasına dayanıyor. 2010’da İstanbul’dan Marsilya’ya her şehirde ikişer ay geçirdiğim ve şehirdeki endüstri mirasını fotoğrafladığım bir projeye dahil oldum. O sırada endüstri mirasının ve bunların konumlandığı alanlarının kent için ne kadar önemli olduğunu fark ettim.  Hatta sergi için ürettiğim fotoğraflardan bir tanesini de Hasanpaşa Gazhanesi için çekmiştim. Dolayısıyla 2011 yılında Gazhane’de fotoğraflar ürettim. Ve o fotoğrafı şu anda serginin sonunda sergiye dair olmasa da yapının içerisinde bir yerde sergiliyorum. Fotoğrafta görünen yapı da aslında şu anda serginin olduğu yapı. Bunun bir anlamda hem Hasanpaşa Gazhanesi’ne hem de oradaki Hasanpaşa gönüllülerine selam veren, onların oradaki kazanımlarına saygı gösteren bir jest olmasını da arzuladım.

2010-2013 arasında ‘Kabuk’u ürettiğim sırada Sabancı Üniversitesi'nde görsel sanatlarda da ‘master’a devam ediyordum. Böylece iş akademik bir araştırma boyutu da kazanmış oldu. Aslında bu süreç gittikçe daha da araştırma tabanlı işler üretmeye başlamamın bir başlangıcıydı. Tam o dönemde ‘Kabuk’u sergilediğimde, taş ocaklarının, toplu konut alanlarının, uydu sitelerin, su havzalarının fotoğraflarını çektikten sonra, bunların İstanbul ölçeğinde haritalandırılmasına da başladım. Bu sürede de Superpool ile yollarımız kesişti. Onların Garanti Galeri Yayınları'ndan çıkan ‘Mapping İstanbul’ isimli kitabı ve içerisindeki haritalar yol gösterici oldu. Ve Elipsis’teki sergileme sırasında onların Mapping Istanbul’da kullandığı, İstanbul'un kentsel mekânının tarih boyunca değişimini anlatan bir haritaya benim fotoğraf çektiğim yerleri de ekleyerek bir sergi yayını olarak dağıttık. Bu benim haritayı kullanma pratiğinin ilk başlangıcıydı ve bahsi geçen naif, küçük bir haritaydı. Bu haritanın üzerinde fotoğraf çektiğim noktalara giden otobüs hatlarını da işaretlemiştim.

2013’e doğru gittiğimiz süreçte bütün kentleşme olguları insanlar için, önemini kavradıkları, ancak fiziksel olarak tecrübe etmedikleri dolayısıyla ekonomik ve kentsel boyutlarını algılamadıkları bir durumdu. Sergide ilk tepkileri ‘Burası İstanbul mu?’ diye sormak oluyordu. Bu da çok anlamlı bir soruydu. İstanbul nedir, İstanbullulaşmak nedir sorusuna bu noktada yeniden referans vermek istiyorum. Benim bu hazırladığım küçük harita aslında mini bir rehber niteliği de taşıyordu benim gözümde. Yani insanların ‘burası İstanbul mu?’ dediği yere bir otobüsle yarım saatte ulaşılabileceğini gösteriyordu. Ve etkiyi kendi gözlerinizle tecrübe etmek çok daha güçlü bir etki yaratıyordu meseleyi anlamak, kavramak ve kent hakkını savunmak açısından. Bu fotoğrafları çektiğim yerler ‘İki Deniz Arası’na giden yolu bağlıyor. ‘Kente Doğru’ ismi de tam olarak burada devreye giriyor. Yani taşradan kent cephelerine dolayısıyla kente doğru bir gidiş…

‘Kente Doğru’ sergisinin iki referansı var. Birincisi şu; aslında kente doğru, İstanbul demek. Eski adıyla İstampolin’den geliyor. Dolayısıyla bir anlamda serginin adı İstanbul. Kısacası tam anlamıyla bir İstanbul sergisi kısacası. İkinci referansımı ise İngilizce adı, yani ‘Towards the City’ daha iyi ifade ediyor. Le Corbusier’nin bütün o ütopik kent tahayyüllerinin günümüzdeki yansımaları olan toplu konutlar ve diğer modernist kentsel yapılanma bugün İstanbul’da nasıl hayat buluyor sorusunu biraz anlamak ve bu anlamda kent ütopyalarına referans vermek için Corbusier’nin meşhur kitabı ‘Towards an Arcitecture/Bir Mimarlığa Doğru’ kitabına da referans veriyor.

Buradan serginin üçüncü kısmı ‘Agora’ya gelebiliriz. ‘Kabuk’tan sonra, ‘Agora’da bizi ne bekliyor?

Agora da taşra, kent çepheri ve üçlemenin üçüncü kısmı olan kent meydanlarını kapsıyor. Aslında bu üçleme meselesinde sinematik öykünme de var. ‘Kabuk’u yaparken bunun artık bir kent üçlemesi haline dönüşeceğini de anlamıştım ve de üçüncüsünün kent merkezine dair bir şey olması gerektiğine emindim ama nasıl bir şekilde olacağını tam kestiremiyordum. Tam o sırada Gezi olayları oldu. Dolayısıyla kent merkezine dair en önemli tartışmanın artık kent meydanına ve kamusal alana dahil olduğu çok aşikardı Gezi’yle beraber. Burada aslında şu soru benim için çok önem kazandı; ‘İstanbul'da kamusal alan nedir?’. Daha da özelleşirsek ‘kamusal alanın en belirgin veya en başat örneği olan kent meydanları nelerdir?’

İstanbul'da kent meydanı deyince nasıl bir durumla karşı karşıyayız bunu anlamak istiyordum. Bunlar ne kadar tasarlanmış, ne kadar tasarlanmamış, tarih boyunca nasıl şekillenmiş, kendisi mi oluşmuş yoksa yapılandırılmış mı, sonrasında ne gibi değişikliklere uğramış, kamusal alan özelliklerini taşıyorlar mı gibi bir sürü soruyla beraber bugünkü durumda nasıl kullanıldıkları konusu aklımdaydı. Bunları anlamak ve hatta kent meydanlarını analiz etmek için bir araştırma pratiği olarak İstanbul'daki kent meydanlarını fotoğraflamaya karar verdim. O sırada dönemsel olarak güzel bir zamanlamayla ve kavramsal çerçeveye de uygun düşmesiyle 2014’teki Venedik Mimarlık Bienali’nin Türkiye Pavyonu’ndan davet aldım ve önerdiğim bu proje kabul oldu. Venedik için ürettiğim işte İstanbul’un altı kent meydanına odaklandım; Roma İmparatorluğu döneminde hipodrom olan Sultanahmet, Ceneviz kolonisinden kalan -ki o zaman meydan vasfına sahip olmayabilir- Galata, Beşiktaş, ilk Cumhuriyet Anıtı’nın yer aldığı, Cumhuriyet sonrası yoğun politik ve sembolülük anlamı nedeniyle elbette Taksim, 1950lerde yapılan ilk meydan camisinin bulunduğu Şişli ve en sonunda da 2000lere doğru gelen süreçte artık kentsel mekânın ticarileşmesi sonucu karşı konulmaz biçimde artan alışveriş merkezleriyle beraber onların önünde sağında solunda oluşan kamusal mekânların en başat görünen örneği olan Cevahir Alışveriş Merkezi’nin önündeki meydan. Bunların hepsinin aslında bir meydan kimliği var ya da yok ama zaten bu seriyi üretmemin asıl amacı da bu soruları sormaktı.

Bunların hepsini belli bir kotta, belli bir bakı yüksekliğiyle üretmeye çalıştım. O kot da yaklaşık bir binanın dördüncü katından yani 15-20 metre arası bir yükseklikten bakmayı gerektiriyordu. O perspektif size mekânı, onları kullanan insanları ve canlıları ayrıştırmanıza, yarıyor. Dolayısıyla fotoğrafların hepsi vinç tepelerinde çekildi. Aslında var olmayan bakış noktaları… Örneğin Taksim Meydanı'nın fotoğrafını 2013’te, şu anda orada olan cami yapılmadan ve AKM yıkılmadan önceki halinde, Taksim Maksemi’nin önündeki boşluktan yaklaşık yirmi metre yükseklikten çektim. Fotoğrafta boylu boyunca Taksim Anıtı'nı, arkasındaki planı ve AKM'yi katman katman görebiliyorsunuz. The Marmara ve Gezi Parkı’yla hepsi cumhuriyetin başka bir dönemine, başka bir mimari stile tekabül ettiği için bütün meydanın tarihsel katmanlaşması da algılanabiliyor.  Bu anlamda da yapılarla insanlar arasındaki ilişkiyi de çözümleyebildiğiniz bir görsellik sunuyor.

Bu çalışmayı 2015’te tekrar sergilemek istediğimde iki tane daha kent meydanını ekledim; biri Ümraniye, diğeri de Cevahir Alışveriş Merkezi'nin içiydi. Burayı, AVM’nin içinin nasıl bir kentsel kamusal alan sunduğuna dair tartışmalara yeni bir imge geliştirmek için seçtim.

Biraz da araştırma, belgeleme ve üretim yöntemlerin üzerine konuşmak istiyorum. Sergi sürecinde yürüyüş, haritalama ve fotoğraflama yöntemlerini nasıl kullandın?

Daha öncesinde fotoğraf yoğunluklu üretimler yapıyordum. Gittikçe araştırmayı daha da derinleştiren yürüyüş ve haritalandırmayı metot olarak kullandığım üretimler yapmaya başladım. Hatta bazıları sanatsal üretimin de dışına kayan, aslında benim daha çok yaratıcı üretim demeyi uygun gördüğüm bir pratik diyebilirim buna. Bu araştırmaları daha akademik bir çerçeve içerisinde yapmak için Kanada'da bir mimarlık programında doktoraya başladım. Ana çerçevesi de yine kent ve altyapı meselesinin çevresinde dolaşıyor.

Yönteme dair ilk fotografik çalışmaların kendi içerisinde evrimleşerek, denemelerle beraber çok farklılaştığını burada dile getirmeliyim. 2007’de ortaya çıkan ‘Habitat’ bölümünde daha resimsel fotoğraf referanslarıyla hareket ettiğimi ve bunların görselliği ön planda olan fotoğraf serileri olduğunu söylemiştim. Hepsi analog teknolojiyle üretildi ve bu çalışmalara bir yavaşlık ve resimsellik kazandırıyordu. Bu yöntem daha çok düşünmeyi gerektiriyordu ve bunu o dönem severek kullandım. Ardından ‘Kabuk’ bölümünde her bir çalışmanın boyutları ve sergileme ölçüleri büyüdü. Bu büyüme aslında araştırmanın da boyutlarını ve yaklaşımını temsil ediyor. Üçüncü bölüme geldiğimizde artık büyük format makinelerle ve teknik altyapının daha önemli olduğu bir mimari fotoğraf diline doğru gitti üretim metodu. Bu bölümdeki fotoğraflar büyük format körüklü kameralarla çekildi. Bu aslında en bildiğimiz, en klasik mimari fotoğraf metodu. Örneğin mimari fotoğrafın en ikonik imgelerini oluşturan 1960ların, 70lerin Los Angeles fotoğrafları da bu makinelerle üretilmişti. Dolayısıyla daha mimari fotoğrafa doğru kayan, yani hesaplanmış ve üzerine uzun süre düşünülmüş bir görsel dili oluştu. ‘Agora’ serisindeki fotoğrafların her birini üretmek için sadece alanda asistanlarla neredeyse üç dört günlük prodüksiyonlar yapmak gerekiyordu. Bu süreç yöntemi de değiştirdi. Bu işin büyüklüğü bir yerde anlatıyla da etkiliyor ve görünen, gösteren, kişi pozisyonunu da size veriyor fotoğraf çeken olarak. Ben bu rolden gittikçe imtina etmeye başladım. Ve sonunda ‘İki Deniz Arası’nda aslında artık fotoğraf çeken değil sadece eşlik eden ve insanların mekânı belgelemesine imkân veren, kolaylaştıran kişi pozisyonuna büründüm. Dolayısıyla ‘İki Deniz Arası’ tamamen aslında bir benim fotoğraf çektiğim değil insanların deneyimlediği, tecrübe ettiği ve fotoğrafı çektiği bir şeye dönüşmüştü.  

İlginçtir ki, bu çalışmalarım hep fotoğraf çalışmaları olarak nitelendiriliyor ama benim en son fotoğraf olarak kullanıp duvara astığım çalışma ‘Agora’ (2014). Yani yedi-sekiz senedir fotoğraf üretmedim çünkü fotoğrafın bütün bu dijital teknoloji ve bombardıman sayesinde rolü de benim için çok sorgulanabilir bir hale büründü. Artık kendi araştırmalarımı orada ifade etmekte zorlanmaya başladığımı fark ettim ve farklı metotlar geliştirmeye çalıştım. Bu da beni en sonunda ‘İki Deniz Arası’na götürdü.

Serkan Taycan ile konuşmamızın, 'İki Deniz Arası' projesi ve bu bağlamda kentleşme üzerine genişlettiğimiz ikinci bölümü yakında yayında... 

Bahar Turkay

#röportaj #SerkanTaycan #KenteDoğru #MüzeGazhane #vbenzeri


Sayfanın Başına Dön