KENT AŞK İLİŞKİSİ: MURAT GERMEN VE SİNAN LOGİE
KENT AŞK İLİŞKİSİ: MURAT GERMEN VE SİNAN LOGİE

KENT AŞK İLİŞKİSİ: MURAT GERMEN VE SİNAN LOGİE

MİMARİ   30.01.2021

Mekan, bir dert, bağlılık, takıntı aktarım alanı olarak karşımıza çıkabiliyor. Mekan ve zaman üzerinden, iz sürme güdüsü ile farklı pratiklerde, farklı yöntemlerle kayıt altına alma eylemine devam ediyoruz. Kayıt alarak nerede durduğumuzu, nerede var olduğumuzu, neye karşı olduğumuzu izleyebiliyoruz. Bu kayıtlar ve izlere odaklanarak üretimine devam eden iki mimar ve sanatçı; Murat Germen ve Sinan Logie ile kentle olan aşk ilişkilerinden konuştuk.

Dilek Öztürk: Üretimleriniz üzerinden benzer geçmişler paylaşıyorsunuz. Çalışmalarınızda kentin izini, hafızanızda şehirle ilgili kalan soyut ya da somut birtakım izler takip ediyorsunuz. Ben bu izler üzerinden söyleşiyi açmak istiyorum.

Sinan Logie: Benim kentle olan aşk ilişkimin başlangıcı, altı yaşındayken Ankara sokaklarında kaykayla yokuş aşağı kaydığım dönemlere tekabül ediyor. 20'li yaşlarımda ise artık profesyonelleştiğim kaykay pratiklerimde, şehri ekstrem bir şekilde yaşamaya alıştım. Sokakta dolaşırken bir merdiven gördüğümde “Oradan nasıl atlayabilirim?” gibi fikirler aklıma geliyordu. Mimarlık okumaya başlayınca da, proje tasarım sürecinde, bir mimari projeyi çözerken, tıpkı bir kaykay hareketini çözer gibi, aynı nöron ağını kullandığımı hissettim. Bütün tasarım ve düşünce süreci birbirine çok benzediği için gerçeği soyutlayarak anlayıp, sonra onu üç boyuta aktarma sürecinden bahsediyorum. Mimarlıkta bir binayı, bilgisayar programı ile soyutlayıp, sonra bir şekilde 3. boyuta geçiriyoruz. Kaykayda da o hareketin bütün bedensel dengesini soyutlayarak, önce beyinde çözüp, sonra hareketi gerçekleştirebiliyoruz. Diğer bir uğraşım olan resim pratiği ile ise, sürekli bir gerçeği soyutlayıp sonra tekrar yeni bir gerçek nasıl üretiliyor, onu araştırmaya çalışıyorum.

Murat Germen : Kaykay çok güzel bir çıkış noktası. Hem dokunsal, hem de sesle ilgili bir boyutu da var. Biz sadece görsel ve fiziksel hafızaya değer veriyoruz. Halbuki, bunlar da işin çok önemli boyutları. Ben Sinan'ın kaykaya bağlı olduğu kadar bisiklete bağlı değilim belki ama ben de bisikletçiyim diyebilirim. Ve bisiklete binme pratiğinde, şehirle ilişki kurma konusu direkt olarak ortaya çıkıyor. Mesela Amsterdam'a baktığınız zaman, oradaki öncelik sıralaması; bisiklet, yaya ve araba. Türkiye'ye baktığımızda ise iş tersine dönüyor; araba, yaya, bisiklet. Tabii bisiklete her iki taraf da çok kızıyor. Araba zaten en büyük bela. Normalde medeni kültürlere göre bir yaya olarak daha zor bir durumda olduğumuzu varsayıyorum. Konuya geri dönersek; ben yaptığım çalışmalar içerisinde biraz kentlilik tanımları üzerinden de gitmeye çalışıyorum. Yaratılan görselliğin kendi içindeki boyutları, dinamikleri apayrı tartışılır ama işin içine özellikle bir kavram metni dahil etmeye çalıştığın zaman, kentlilik ya da mimarlığın arasındaki açık alanlar, yeşil alanlar, yaya alanları nasıl tanımlanmalıdır türünde bir ilişki zinciri üzerinden bir şeyler tanımlamaya çalışıyorum. Kent, herkese eşit derecede, çeşitli imkanları, erişim fırsatlarını sağlayan bir yapılanma olmalıdır. Temel barınma, ulaşım ve tüketim alanlarının ötesinde bir şehir üretebilmemiz gerekiyor. Konuya ekstra bir boyut katılması, bir şeylerin denenmesi lazım. O deneylerde olumlu veya olumsuz sonuçlar elde edilip, ona göre karar verilmeli ve yeni deneyler yapılmalı.

DÖ: Kentte mecburen yaşıyormuşuz gibi geliyor. Onu hiç sorgulamıyoruz, sahip çıkmıyoruz ona. Sahip çıkmadığımız için de deneyimleyemiyoruz, deneyimleme cesaretimiz yok.

MG: Bu konuları yeteri kadar deneyimleyemediğimiz için de sorgulayamıyoruz, çünkü insan deneylediği kadar bir sonuç elde eder. Oradan da birikim kalır. Hatta ben o birikime de bir yerden sonra teori diyorum. Teori elinde olduğu zaman dersin ki: “Hayır! Ben itiraz ediyorum çünkü elimde bazı veriler var. O yüzden bunun sonu iyi olmayacak. Yaklaşık bir şeyler öngörüyorum. O yüzden böyle yaşamalıyız.” Bizse bunu söyleyemez hale geliyoruz. Yaşıyorsak ona şükretmeye başlıyoruz. Bu çok fena bir şey.

SL: İnsan olarak var olabilmek için üstümüze sadece bir tüketici kimliği giydirilmiş. Oysa şehrin potansiyellerini değişik bir şekilde kullanarak, sadece bir tüketici değil ama bir aktör olma potansiyelini de anlamak önemli. İnsanları ona teşvik edebilmek büyük bir mutluluk kaynağı olabilir. Otoyol, AVM vb. her şey, sizi değişik tüketim odaklarından birine bağlayan, kapalı kent kalıplarına sokuyor.

MG: Bu gittikçe bizi üretimden uzaklaştırıyor, ki kent benim için bir üretim alanı.

DÖ: Kendi deneyim ve birikiminizden bahsedelim. Deneyimlerinizi kendi pratiğinize yansıtırken, ikinizde de, bu birikimi yansıtma şekli olarak, yapmak, bozmak, kırmak gibi yöntemler görüyoruz. Neden yap, boz, kır?

SL: O kalıptan çıkmak istiyorsak, o kentin içindeki kurulu sistemi biraz zorlamamız, başka bir rotaya sokmamız lazım. Bu, gözlemle ya da fiziksel bir tavırla mümkün olabilecek bir şey. Orada bir muhalefet araştırması var. Mimarlıkla bir nevi küçük sistemler kurmaya çalışıyoruz. Sonuçta o sistemler bazen bir iktidarın uzantısı haline gelebiliyor ve mimari, o iktidarın zamanda ve mekanda var olmasını sağlayan bir pratiğe dönüşüyor. Benim ilgimi çeken, yapıların sistem olmaması. Diğer taraftan, resimlerin bozulmaya başlaması ve tekrar edilememeleri gibi bir arayış içerisindeyim. Orada insanlar, sürekli değişen mekan ya da evrende, kendilerini sürekli sorgulayıp yenilemek zorunda kalsınlar gibi bir arayış var. Yaptığımız pratiklerde, sürekli bir tutuculuk ve her şeyi sabitlemek gibi bir arzumuz olabiliyor. Bundan hep uzak durmaya çalışıyorum, diyebilirim.

MG: Ben de o yap/boz sürecini şöyle görmeye çalışıyorum: Bizim şu anda içinde olduğumuz sistem daha çok boz/at. Halbuki, yap/bozda çok güzel bir geri dönüşüm var. Aynı malzemeden yola çıkarak belki onun içeriğini, algısını değiştirmek, aşina olduğumuzu varsaydığımız şeyi o aşinalığından çıkarıp, yeni bir anlam kazandırmak var. Ben, bu durumu doğanın içinde de görüyorum. Doğa da aynı şekilde çalışıyor, devamlı bir yap/boz süreci içerisinde. İlginçtir, sanıyorum doğa, bizim bozduğumuzu da yapmak için kullanıyor. O döngüye biz çomak soksak da, doğa yine de ona bir çare buluyor. Bu nedenle doğaya çok saygım vardır. Yakın zamanda Kapadokya'daydım. Oradaki formların gerçeküstülüğü, bu kadar yüzyıl sonra hala bir şekilde var olmaları ve var olmaya devam etmeleri, o doğal formasyonların, saldırılardan korunma amacıyla içi oyulan yapıların, şu anda çok ilginç şekilde soğuk bir depolama alanına dönüşmesi… Böyle bir şey doğa. İnsan her daim onun içinde kendine bir yer buluyor ve onunla yan yana yaşamını devam ettirmek zorunda kalıyor. Yap/boz sürecini böyle tanımlayabilirim.

DÖ: Hiçbir şey ardında bir iz bırakmadan kaybolmuyor. Bunun bence en görünür örneğini eski Sovyet ülkelerinde görebiliriz. Kentsel alan, iktidarın gücünü sembolize eden köprüler, anıtsal mimarlık örnekleri ile dolu. Güç, alanını bırakırken ya da kaybolurken, ardında bu sembolleri bırakıyor. Kendi kritiğinizde, bu süreci siz nasıl entegre ediyorsunuz?

SL: Sovyetler'den bahsedersek, hiç değilse orada iyi mimarlar vardı. Maalesef bu dönemki Türkiye'de öyle kaliteli bir mimari kültür çıkmıyor. Beton blokların üstüne Selçuklu motifleri çizmekle orada aslında bir mekan yaratmıyoruz.

MG: 1-2 sene önce Salzburg'a yolum düştü. Bir pastaneye rastladım.

'1700'den beri' yazıyor üzerinde. Burada ise bakıyorsun; 1700'den kalan olsa olsa tarihi yapılanmalar var. Onu da artık çok büyük bir gürültü kopar diye yıkamamışlar. Bu izler, bazen olumsuz bazı şeylere işaret edebiliyorken, diğer yandan da kültürün sürekliliğinin ve sürdürülebilirliğinin göstergeleri olabiliyor. Ben, İnci Profiterol hala kalsın, 300 senelik bir pastanemiz veya lokantamız olsun isterdim. Yapılmış bir şeyin üzerine eklersen sürdürülebilir bir palimpsest oluşturursun ama onu tümüyle yıkar, yeni bir şey yaparsan, o tamamıyla yepyeni, bir geçmişi olmayan, büyük olasılıkla da geleceği olamayacak bir şey olacak. Bunun dengesini iyi kurmak gerekir.  Kapadokya'dan yola çıkarak; iz bırakma üzerine bir şey daha söylemek istiyorum. Orada hem barınma amaçlı korunaklı mekanlar, hem de kiliseler yapılmış, çünkü bölgede misyonerler var. Okuma-yazmanın çok ileri olmadığı bir dönemde kiliselerde çok güzel ikonografiler yaratıldı. Fakat dini liderler şöyle bir şey oluştuğunu düşündüler: İnsanlar temsile tapmaya, onları putlaştırmaya başladı. Bunun üzerine, ikonoklazm başladı. Ancak daha sonra tekrar düşündüklerinde, ikonografinin inancı yaymak için hala önemli bir şey olduğunu fark ettiler, ve böylece ikonografi kullanımı kiliselere tekrar dönmüş oldu.

DÖ: Aslında üst üste biriken durumlardan bahsettik. Bu katmanlılığı zaman kavramına bağlayabiliriz. Zamanın bağlamı çok kuvvetli. Siz kendi adınıza onu nasıl tanımlıyorsunuz?

SL: Mimar olarak mekana, zamandan daha çok önem veriyorum. Zaman illüzyonunu mekan değiştiği için yaşadığımızı düşünüyorum. Kuantik fizik bakış açısıyla yaklaşırsak, evrenin sınırsız ve bütün olduğunu görüyoruz. Bir yandan şu anda çok az iz bıraktığımız dijital bir dönemdeyiz. Her yaptığımız kaydediliyor. Ancak çektiğimiz fotoğraflar, yazdıklarımız, hiçbir spotun üstünde iz bırakmıyor, hepsi geçici. O yüzden işlerimde eski bir teknik olan yağlıboyayı kullanmak, bir malzemeyle, yüzeye derinlemesine bir iz bıraktığımı bilmek beni rahatlatıyor. Bu, daha önce bahsettiğim tüketiciden aktöre geçiş sürecinin bir parçası.

MG: Bana göre zaman, rutine bindirildiği anda bir iktidar aracına dönüşüyor. Belli saatlerde belli şeyler yapmamız gerekiyor. Zamanın kalmadığı için birçok şeyi sorgulamaz hale geliyorsun. Çünkü zamanı sana öyle sıkıştırılmış bir halde veriyorlar ki, o sorgulamaya ayıracak vaktin kalmıyor. Bir de, kısa bir zaman içerisinde o kadar büyük değişiklikler yapılıyor ki, ben neyi sahipleneceğimi şaşırıyorum. Ama, bu söylediklerime ters taraftan bakınca, zamanı seviyorum. İnsan anormal egoist bir varlık. Bana kalırsa bu varoluş, bütün evren döngüsü içerisinde, döngüye en çok uymayan bileşenlerden bir tanesi ve zaman bize bunu hatırlatıyor. Bir zaman geliyor, ölüyorsun ama o devam ediyor. Zaman bana, ne kadar zayıf olduğumuzu hatırlatıyor.

DÖ: Yaşam biçimlerinden bahsettik, orada bir virgül bırakmıştık. Sizin anı bırakmamak için kendi hayatınızda tercih ettiğiniz kullanım alanları nedir? Ne biriktiriyorsunuz? Nasıl biriktiriyorsunuz?

MG: Ben izleri benzer yöntemlerle tutuyorum. Mesela Google Takvim bile benim için bir iz. Twitter gibi bir mikroblog da, bir çetele tutmak gibi. Aslında şunun için iz tutmaya ihtiyaç duyuyorum: Kendi belleğimi bildiğim sürece, belli bir şeylere karşı durabilirim. Neyi sevdiğimi, neye önem verdiğimi unutursam ben ayakta duramaz hale gelirim. Sırf bu yüzden bile iz tutmak ve onların kaybolmamasını sağlamak çok önemli. Ama diğer yandan da arşivciliğin, iz tutmanın hasta bir tarafı da var. Çok fazla yapıldığı zaman unutamamak, kin tutmak gibi sonuçlar olabiliyor. Ne kadar çok iz tutarsan, kendine o kadar hak ediniyorsun. Bir şeyin izini tutmak, anı yaşamanı engelleyebiliyor.

SL: Benim de arşivleme ve bilgiyi sınıflandırma konularında takıntılarım var. Bir sürü kütüphane arşivim var. İstanbul tarih haritaları koleksiyonu, mimari örnekler, sanat örnekleri vs. Hepsinin nerede olduğunu bilirim. Belçika'dan Türkiye'ye taşınırken yanımda getirdiğim tek şey kitaplarımdı, bir de en başa dönersek; kaykayım. 

XOXO The Mag izniyle yayınlanmıştır.
Kaynak | XOXO The Mag İlkbahar/Yaz 2015-2016
 
#MuratGermen #SinanLogie #mimarlık #röportaj


Sayfanın Başına Dön