MİMARİNİN ETKİNLİK ALANI: BEATRİCE GALİLEE
MİMARİNİN ETKİNLİK ALANI: BEATRİCE GALİLEE
MİMARİNİN ETKİNLİK ALANI: BEATRİCE GALİLEE
MİMARİNİN ETKİNLİK ALANI: BEATRİCE GALİLEE

MİMARİNİN ETKİNLİK ALANI: BEATRİCE GALİLEE

MİMARİ   24.12.2020

Karşımızda, sıkı bir eleştiri potansiyeline ve sürekli yeni şeylerin peşine düşmeye hevesli bir beyne sahip, çalışkan bir müzeci, ve evini, doğduğu yeri özleyen bir kadın var… New York Metropolitan Museum’un (MET) Mimarlık ve Tasarım Küratörü Beatrice Galilee'den bahsediyoruz.

Bugünlerde nasıl hissediyorsun?

Her şey harika... Şu anda hayli heyecanlı bir dönemdeyim.

Bu senin, küratör olarak MET'teki ikinci yılın. Şimdiye kadar her şey nasıldı?

Öyle geliyor ki, şu ana kadar geçirdiğim süre boyunca uğraştığım çoğu şey bu bahar döneminde bir sonuca varacak. Yeni binamız, The Breuer Building kısa süre önce halka açıldı ve yoğun bir etkinlik programı söz konusu. Ayrıca önümüzdeki bir ay içinde müzenin çatı katında bir sergi açıyorum. Böylece geçen iki yıl boyunca ektiğim tohumların meyvelerini, umarım ki, bu yıl toplayacağım. Bir taraftan da çok fazla şey öğrendim ve halen öğrenecek çok şey var.

MET için de mimarlık ve tasarım bölümü yeni bir deneyim. Bölümün bir manifestosu var mı?

Yapmaya çalıştığım, müzedeki mimarlık ve tasarım profilini yükseltmek. Bunu gerçekleştirmenin çok çeşitli yolları var. Manifesto diyebileceğim çabamız, müzeyi New York’taki pek çok ses arasında, önemli söz sahiplerinden biri haline getirmek, bu alanda sesini duyurmak ve koleksiyon, etkinlikler ve sergiler anlamında lider konuma getirmek. Bir taraftan bunu yapmaya başladık bile. Bazı şeyler zaman alıyor…

Sen aynı zamanda köşe yazarı ve eleştirmensin. Diğer eleştirmenler tarafından mercek altına alınacak bir iş yapmak nasıl bir duygu?

Toplum önünde bir iş yaptığın zaman her türlü savunmasız bir durumdasın. Yani aslında eleştirmen olarak da savunmasızsın. Bence hayatta yapılması en zor olan şeylerden biri, 'bunu ben yaptım, yaptığım işi çok beğeniyorum ve ona güveniyorum' diyebilmek. Bu, eleştirmekten çok daha zor. Dolayısıyla, bir sergi ortaya çıkarmak ve onun arkasında durmak, 'yapmak istediğim işte buydu' diyebilmek, eleştirmen olarak başkalarının işlerini yansıtmaktan daha güçlü olmak anlamına geliyor.

Daha önce Londra’da yaşıyordun, ki Londra yaratıcı endüstriler adına en az New York kadar felaket bir yoğunluğa sahip. Dolayısıyla bu ajandaya alışkınsın aslında ama yine de New York gibi bir kentte çalışmak, yaratmak ve üretmek seni zorluyor mu?

Londra’ya nazaran daha fazla zorluyor çünkü burada daha az insan tanıyorum. Bunun zaman içinde kolaylaşacağına inanıyorum. Bir taraftan da tüm bu süreci heyecanlı yapan da bu aslında…

Kendi kendine olduğun bir üretim sistemi ile kurumsal yaşantı arasında nasıl bir denge farkı var?

MET o kadar da kurumsal bir yapı değil. Burası daha ziyade bir üniversite gibi… Kurumsal yaşantıdansa, akademik bir ortam var. Günlerini okuyarak, sanat üzerine çalışarak ve araştırma yaparak geçiren iş arkadaşlarım var. Bu haliyle çok verimli ve farklı, çok daha yavaş ilerleyen bir çalışma ortamı. İnsanlar düşünüp taşınıyorlar, dinliyorlar, konuşuyorlar… Kısacası, tüm bu çalışma sürecinin çok değişik bir tadı var ve her şey biraz yavaş ilerlediği için, çok daha zengin bir deneyim ve iş hayatı ortaya çıkıyor. Her gün 5.000 yıllık sanat tarihinin içinden geçerek işimin başına gidiyorum. Müzedeki bilgi düzeyi gerçekten inanılmaz. Kendi başına çalıştığın zaman her şey seninle, kendi çalıştığın insanlarla ilgili ve sınırlı bir izleyicin var. Burada, müzede ise pek çok bilim insanı var ve hepsi işlerinin en iyileri. Bu açıdan bakınca aynı zamanda tek başına çalışmaya göre çok daha mahcup edici bir durum.

Vimeo’da "activating architecture" başlıklı bir video kaydın var. Mimarlık nasıl etkin hale getirilir?

O konuşma, sergilerin, bir ölçüde mimarlık deneyimi adına nasıl bir platform oluşturma potansiyeline sahip olduğu ve yeni bir mimarlık üretimi için nasıl bir katkı sağlayabileceği üzerineydi. Bunun bir yolu, parametreler sağlamak ve mimarları daha önce yapmadıkları işler ortaya koymak yönünde zorlamak, aynı zamanda binaları, mekanları beklenmedik, değişik şekillerde kullanmaktan geçiyor. Bense şu anda bunu yalnızca güncel olan üzerinden yapmaktan ziyade, mimarlık tarihini etkinleştirmek üzerine kafa yoruyorum. Çünkü bir müzede çalışıyorum ve müzede, Frank Lloyd Wright odası, Roma tapınakları, Antik Yunan yapılarından parçalar ve dönem odaları var. Hatta koleksiyonumuzda Louis Henry Sullivan’a ait eksiksiz bir merdiven bile var. Dolayısıyla, benim şu anda ilgimi çeken, mimarlık tarihi adına böylesine bir arşive sahip olan MET’in, tüm bu tarihi, yeni işlerle birlikte nasıl yansıtacağı, ne şekilde sunacağı. Asıl heyecan verici olan mimarlığı etkinleştirmek üzerine tüm soruları tarih bağlamında yeni bir çerçeveye oturtmak. Mimarlığın, bu konuda hiç düşünce üretmemiş olan, çeşitlilik arz eden bir izleyici kitlesi için nasıl etkin hale getirilebileceği ise önemli bir merak konusu.

Tasarım ve mimarlığın müzelerle ilişkisi ne noktada; umut var mı?

Evet, kesinlikle. Müzelerde bu alanda çalışan harika küratörler var. Bu ilişkinin gittikçe güçleneceği ve sergilerin daha da iyi olacağı düşüncesindeyim. Böylece insanlar da tasarım ve mimarlık alanlarında müzelerde başarılı sergiler düzenlenmesinin ne kadar önemli olduğunun farkına varacaklar. İnsanların okuma alışkanlıkları umutsuz bir durumda, artık çok az kişi bir şeyler okuyor. Bu noktada müze dediğimiz platform gittikçe daha önemli bir hale geliyor. Müzeler, içinde gerçekleşen sergilerle birlikte, izleyicilerin gerçek anlamda içine sindirerek, yavaş yavaş, bir şeylere entegre olduğu, okuma gerçekleştirebildikleri yerler haline geldi.

Lisbon Mimarlık Trienali ile birlikte pek çok serginin küratörlüğünü yaptın. Küratörlük son yıllarda çok tartışılır hale geldi. Bu alanın geleceğini nasıl görüyorsun?

Gelişmeye ve evrilmeye devam edeceğini umuyordum. Müze pratiğinin veya küratörlüğün etki yaratması ve endüstriyi desteklemek anlamında çok çeşitli olanaklar var. Küratörlüğün, arşivleme, topluluklarla gerçek anlamda entegre olma, fikirleri anlamlandırmak üzere yeni bakış açıları ortaya koyma ve karmaşık konularda bir tür berraklık sağlama gibi sorumlulukları ve potansiyelleri göz ardı edilebiliyor. Paola Antonelli’nin MoMA’da yaptığı böyle bir şey… Paola gibi isimler, bu alana dinamizm ve deneysellik kazandırıyorlar. Günümüzde küratör olmanın çok büyük bir ayrıcalık olduğunu düşünüyorum.

2012 yılında gerçekleştirilen ilk İstanbul Tasarım Bienali’ni izlemeye gelmiştin. Bu yıl, 22 Ekim-4 Aralık 2016 tarihleri arasında, Beatriz Colomina ve Mark Wigley küratörlüğünde üçüncüsü gerçekleşecek bienal sence nasıl olacak?

Harika olacak, çok heyecanlıyım. Beatriz Colomina ve Mark Wigley günümüz mimarlığı üzerine iki büyük düşünür. Mimarlık söylemine ve pratiğine çok heyecan verici bir bakışları var ve bu sebepten dolayı pek çok insan bienali görmeye İstanbul’a gelecektir.

XOXO The Mag izniyle yayınlanmıştır.

XOXO The Mag İlkbahar/Yaz 2015-2016

#BeatriceGalilee #mimarlık #röportaj


Sayfanın Başına Dön