BOŞLUĞUN ANLAMI VE TASARLANMASI
BOŞLUĞUN ANLAMI VE TASARLANMASI
BOŞLUĞUN ANLAMI VE TASARLANMASI
BOŞLUĞUN ANLAMI VE TASARLANMASI
BOŞLUĞUN ANLAMI VE TASARLANMASI
BOŞLUĞUN ANLAMI VE TASARLANMASI

BOŞLUĞUN ANLAMI VE TASARLANMASI

MİMARİ   1.10.2020

AURA İstanbul’un 2020 Güz takviminde yer alan Araştırma Tabanlı Tasarım Stüdyosu, yürütücülüğünü Büşra Al ve Sinan Logie’nin üstleneceği programla başlıyor. ‘Kentsel, Kırsal Formlar ve Boşluğun Üretimi’ başlığını taşıyan 16 haftalık program, 26 Ekim’de başlıyor. Programın içeriği üzerinden Al ve Logie ile boşluğun tanımı ve tasarlanması üzerine konuştuk.

Aura'da gerçekleşecek programla ilgili anlatımda 'İtalyan mimar ve haritacı Giambattista Nolli'nin 1748’de yayınlanan ve 1970’lere kadar Roma'nın planlaması için kullanılmış olan kent haritasından ve bu haritanın tasvir ettiği doluluk ve boşluk ilişkilerinin güncel mekânsal ve sosyal durumlar için hâlâ bir tartışma platformu niteliğinde' olduğundan bahsediliyor. Bu ilişkiyi güncel kent planlaması açısından nasıl değerlendirirsiniz? Ve bu harita neden önemli?

SL: Bu haritanın temsil metodu gerçekten çok özel. Daha önce dünya tarihinde, ve hatta Pervititch’in haritalarına kadar kent böyle temsil edilmedi. Genellikle kent planlamasına 5.000 ölçekten, 1.000 ölçekten bakıyoruz ve her şeyi kutu kutu boyayıp, karma kullanım, ticari alan, konut gibi bazı fonksiyonlar üzerinden bütün kenti iki boyutlu renklere indirgiyoruz. Oysa kent çok daha karmaşık bir yapı ve Nolli’nin haritası o kentin içindeki mikro geçirgenlikleri göz önüne seriyor. Aslında bütün o birbirine bağlanan boşluklar kentteki yaşamı örgütlüyor.

Belki de planlamanın en eksik kolu olan şey kesit. Sonuçta bu planları 1/1000 ölçekte tarayıp, fonksiyonlar atıyoruz. Beyoğlu gibi bir yerde gezerken, bütün bölgeye karma kullanım rengi atabiliriz ve bu bize bir şeyler anlatır. Ancak kesitten bakınca bir binanın çatı terasında bir ticari alan olabildiğini veya beşinci katta bir berberin olduğunu görebiliyoruz. Ve o binanın merdiven kafesi de aslında tıpkı Nolli’nin haritasındaki kılcal damarlar gibi, düşeyde örgütlenen bir sistem olarak var oluyor. O yüzden atölyede kentin temsil metodlarını ve planlama kararlarını sorgulamak istiyoruz.

Ayrıca yıllardır kamusallıktan bahsediyoruz ve İstanbul’da kamusal alanların sıkıştığı üzerine şikayetlerde bulunuyoruz. Tam da bu nedenle Nolli’nin haritası hâlâ güncelliğini koruyor. Çünkü İstanbul’a da iyi bakınca, bu haritadaki gibi bir sürü küçük kanallar, ara kesitler, hayatın örgütlendiği yerler görmek mümkün. Bunlar şimdiye kadar bir tek Pervititch’in haritalarında temsil ediliyordu. Sigortacıların ona ‘Hangi binalar yanacak?’ diye sormaları üzerine Pervititch kendini kaptırıp 17 yıl İstanbul’u yürüyerek her şeyi çiziyor.

Biz de Nolli’ye bakıp öğrencilerin tekrar İstanbul’a veya başka bir mekâna kendilerini kaptırmalarını ümit ediyoruz. Bu amaçla programı kırsal alana da açtığımızı özellikle belirtiyoruz.

BA: Bu haritanın güncel kent planlamasıyla olan ilişkisi coğrafyaya göre çok değişiyor elbette. Bizim şu an çalışmak istediğimiz şey üzerinden konuşmak iyi olabilir. Birçok ölçekte Türkiye genelinde boşluğun tasarlanmasıyla ilgili çok fazla pratik yok. Güncel olarak olmadığını söylemek biraz yanlış olur ama bizim şu an içinde bulunduğumuz kentsal planlama pratiği içerisinde, belediyelerdeki insanların kişisel inisiyatifine kalan, primitif bir pratik maalesef. Akademinin, kenti kullanan aktörlerin, yerel yönetimlerin bir araya gelerek karar verdiği, çok katılımcılı süreçler olmadığı için Türkiye biraz özel bir konumda bence. Bizim de çağrıda bulunduğumuz şey Türkiye geneli için geçerli zaten.

Hem kır hem kent için boşluğun tasarlanabilirliği ile ilgili çok fazla konuşmuyoruz aslında. Yeni yapılacak yapı, yapma, inşa eylemi, yapının kendisi ve doluluğun tarifi üzerine konuşuyoruz. Hatta bizdeki imar kanunlarında da bir parsel ya da birkaç parselin bir araya geldiği bir adanın matematiği, ne kadar doldurabileceği üzerinden tarifleniyor. Boşluğu nasıl tasarlayacağın üzerinden herhangi bir tipolojik açıklama veya onun tanımlanmış bir sistematiği yok. Boşluk, ne kalırsa o… Yan yana durmanın, neyin yanına yerleştiğinin ya da nasıl bir caddeyle, akışla ilişki kurduğunun hiçbir şekilde tariflenmediği bir durum söz konusu. Terminolojisi ve dili bile buna göre… ‘Boşluk’ yerine, ‘geri çekilme’ olarak adapte olmuş bir kavram.

O nedenle de boşluğu tasarlamanın ne anlama geldiğine, o boşluğun ilişki kurduğu daha üst bir boşlukla, arterle ya da bir dolulukla ne tip yan yana durma ilişkileri barındırdığına tekrar bakmak iyi olabilir diye düşündük.

Bir doluluğu yaratırken, yan yana durmanın da ilişkisel olarak bir takım tipolojileri var ayrıca. Tıpkı beden gibi, kentte de onu oluşturan birimlerin yan yana gelmesinde, boşluğun da yapının tipolojisi kadar tariflenebilir bir şey olması söz konusu. Bunun içerisinde biricik boşluk tanımları varsa, onları da keşfetmek önemli.

'Boşluk' neden önemli? Boşluk inşa etmeyerek mi mümkün yoksa boşluk da inşa edilebilir mi?

BA: Boşluk bir araya gelme araçlarınızı çok çeşitlendirdiği için önemli. Belli bir formu ya da yapısal karşılığı olan bir şey olmadığı için, ince, kılcal bir dokunmama anı, çok geniş bir cadde, etrafında yapıların olduğu bir avlu, bir yapının iyice geri çekilerek ana arterle arasında bıraktığı ön tarafı de boşluk olarak tariflenebiliyor. Önü, arası, ortası, ara kesiti, bunların hepsi aynı boşluk kümesi altında toplanan bir takım tanımlanmamış şeyler. Mesela ‘3 metre cephe’ gibi bir doluluk çok daha rasyonel bir şekilde tariflenirken, boşluğun o muğlak durumu çok potansiyelli bir düzlem yaratıyor bana kalırsa. Bunun için çok önemli.

Boşluk ayrıca daha likit bir konu. Kendi pratiğim düşündüğüm zaman da, yapı yarışmaları söz konusu olduğunda örneğin, onun aşağı-yukarı yüksekliği, inşa edilecek metrekare belli olduğu için, yapılar ne kadar farklı olsa da bıraktığı leke aynı oluyor. Fakat bir meydan, açık alan tasarımı yapıldığında herkesin kente bıraktığı boşluğun, yerinden tut büyüklüğüne kadar, her şeyi form değiştirmeye başlıyor.

Diğer soruna gelirsek, boşluk inşa etmeden ve ederek de mümkün bana kalırsa. İyi tarafı da bu. Urfa’daki evlerde örneğin birçok boşluk tanımı var. Sokakta bıraktığı ara kesit, kapı önü, içeri girdiğin avlu, eyvan, bunların hepsi boşluk ve bir sürü yaşama biçimlerinin tanımlandığı boşlukların bir araya geçip seni yapının ana merkezine götürdüğü bir dizgi var. O sütunlu, tonozlu yerler de, tamamen üstü açık avlu da boşluğu tariff ederken, bunların bütünü de başka bir boşluğu tanımlıyor. Bu anlamda hesaplaması hem zor hem de çeşitliliği var.

SL: Bunun da coğrafyalara göre çok farklı karşılıkları var ama çoğu zaman boşluk olması için insan algısının o boşluğu bir doluluğa karşıt olarak görmesi gerekiyor. Ancak bu doluluk mutlaka bir inşa olmak durumunda değil. Bir peyzaj çalışması veya ağaçlandırmayla da doluluk yaratıp, bunun yanında bir boşluk tanımlamak mümkün.

Tanımlı kentsel formlar yok ise, daha kılcal damarlar, küçük avlular gibi mekânlarda insan karşılaşmaları, sosyalleşme olabiliyor. Örneğin coğrafi olarak Akdeniz Hafzası’nda veya daha sıcak ülkelerde Kuzey Avrupa’daki gibi geniş meydanlar tasarlanmıyor. Bence zihnimizde bir yeri dolu veya servis mekânı gibi algılayıp, gerisini otomatik olarak yaşam alanı olarak tanımlıyoruz. 

Evin içinde de strüktür ve servis mekânları var. Evin bazı bölümleri salona hizmet eden alanlar haline gelip, boşluğumuz salon oluyor. Yaşam alanı dediğimiz çok farklı bir şey sonuçta. Sokak ölçeği söz konusu olduğunda ise, onu besleyen konutların ve farklı fonksiyonların işin içine girmesiyle birlikte bu denge değişiyor.

Kentteki boşluklardan bahsettiğimiz noktada özel ve kamusal alan meselesi de akla geliyor. Bu ikisi arasındaki denge veya gerilim kent yaşamına, akışına, kentte yaşayanlara nasıl yansıyor sizce?

SL: Burada geçirgenlik demek daha yerine olur. İnsanlar sokaklarını gerçekten nasıl yaşıyorlarsa ve sahipleniyorlarsa, konutla kamusal alan arasındaki geçirgenlik o kadar yükseliyor diyebiliriz. O boşluk illa bir açık alan olmayabilir. Belki bazen kadınların bir mahallede buluşup çay içtikleri ve gözleme açtıkları örtülü mekân da söz konusu olabilir. Bu mesela bizi tekrar Nolli’nin haritasına götürüyor. Orada kiliselerin içi gibi alanlar da kentin boşluğu olarak tasvir ediliyor. Burada kullanıcının rolü daha çok öne çıkıyor bence.

BA: Özel ve kamusal alan arasındaki çok farklı ölçeklerde ilişkiler söz konusu. Yaşadığımız kent içinde çoğunlukla o ilişki hiyerarşisi ya da kademelenmesi yok. Şu anda yalnızca yapıların kademelenmesi söz konusu gibi; büyük yapılar, kuleler, kamu yapıları, kilise gibi yapılar, yeni yapılar ve ardından konut birimi gibi… Boşluğu, onları bağlaması gereken bir doku olarak ele aldığımızda, onun kademelenmesi ve hiyerarşisi çok gelişkin değil, daha çok ulaşım için kullanılan yerlerden ‘boşluk’ olarak bahsedebiliyoruz. Bu anlamda hiyerarşisi olan bir boşluk tanımı yok. Onun için de özelden kamusala ya da kamusaldan özele geçerken bir takım yarı kamusal ve yarı özel alanlar gerekiyor. Bunlarla çok fazla karşılaşmadığımız için de pratik edebildiğimiz bir düzlem yok şu anda.

Sitelerde örneğin bu kapını kapattıktan sonra sitenin içerisinde ortak kullandığın yarı özel alanlar var. Yarı kamusal alanlar, meydanlar, kamusal alanların birbirini bağladığı ve bir bağ doku olarak birbirini tuttuğu herhangi bir şey yok. O nedenle bu kavramları tartışmakta zorlanıyoruz. Boşluğun tasarlanamamışlığından kaynaklı bir yokluk içerisinden konuşuyoruz bunu sonuçta.

Kent ve kırsalı tamamen iki ayrı form ve yaşam alanı olarak mı düşünmeliyiz? Siz o şekilde mi ele alıyorsunuz? Bir aradalıklarından, birbirinin içine geçmelerinden ya da kentin içinde kırsaldan bahsetmek mümkün mü?

BA: Ben bu duruma biraz daha keskin bakıyorum galiba. Çok ideal haliyle keşke ayrı kalsalar diye düşünüyorum. Ana merkez, alt merkez, daha küçük merkez, kasaba, köy, kır, yayla, yazlık, dağa çıkılan göç, geri gelinen yer gibi bir akış doğayla ve iklimle birlikte hareket eden, o durumla, nüfusla, ekip biçmeyle, yediğin kadarını ekmekle ilgili… Onların hem ticari hem yaşantısal formunu bir takım doğal ve insani davranışların şekillendirdiği halden çıkıp, her şeyin birbirine karıştığı, benzemeye başladığı, ama tam da ne olduğu tanımlanamayan bir hale gelmiş olması bana garip geliyor.

Şu anda kırsal dediğimiz zaman akla gelen ‘köy’ler çok kalmadı. Hepsi mahalle oldular, bir muhtarlığa ve bir kasabaya bağlandılar, taşımalı eğitimle birlikte buralardaki eğitim kurumları boşaldı, o nedenle de orada yaşayan genç nüfustan ve onların ailelerinden bahsedemiyoruz. Bugün köy denilen şey, şehirlinin kaçmak için gittiği ara formda bir yerde kaldı.

Kenti köyleştirmeye uğraşma, köyün bir taraftan kente göç etmeye çalışması gibi durumlar sonunda, hiçbirinin tam olarak ait olduğu veya sahip çıkacağı tam zamanlı bir yaşantı sürdürdüğü bir yer ortada kalmamaya başladı. İkisinin boşluk tanımları bile çok farklı bana kalırsa. Köy meydanı, kır kahvesi gibi alanların bir anda Beşiktaş’ta bir mekân olarak açılması gibi, garip durumlar oluşmaya başladı ve bunlar benim kafamı karıştırıyor. Şu an kır dediğimiz şey ne, kent dediğimiz şey ne diye algılayamadığım bir dönüşüm sürecindeyiz. O nedenle bunun içinden konuşmak bir taraftan da zor geliyor. Sanırım biraz daha zaman geçip dönüşümünü iyice bitirdikten sonra, dönüp tekrar bunu konuşmak daha iyi olabilir.

Bir taraftan da oradan oraya taşınma durumu var. Mesele Kurtuluş’ta benim yaşadığım yer, herkesin birbirini balıkçıyı, kasabı tanıdığı, mahalle stk’larının olduğu, bu ağlar üzerinden insanların birbiriyle haberleştiği bir yer. Bu kendi başına iyi bir mahalle kültürü oluşturuyor. Sonra bu, çok fazla mahalle kültürünün olmadığı, bir bölgeden birilerinin ziyaret ettiği, izlenen bir mahalle olgusuna dönüşmeye başlıyor. Ardından bir sürü insan ‘mahalle çok güzel bir şeydir’ diye, o mahallenin kendi içinde ürettiği kahvelere gitmeye başlıyor. Mahalle birden kendi kendine yaşaması gereken olgunun dışında, mahalle paketiyle satılan bir nesneye dönüşmeye başlıyor. Aynı şey, daha uzak ilişkiler içinde köyler ve kasabalar için de geçerli.

SL: Hem köy hem kent çok değişen ve dinamik olgular, ama aslında küçük azınlıklar. İstanbul veya diğer büyük kentlere bakınca aslında en yaygın, yoğun nüfus, bu ikisi arasındaki periferide yaşıyor ve orada ne kırsalın, kasabanın bir yakınlığı, ne de kent merkezinde beklediğin donatılar, kültürel hayat, hizmetlere erişim, kenti kent yapan özellikler var. Aslında yaşam alanlarının ve nüfusun çoğu bulanık ve konutlardan, bir otoyol ağından oluşan bir alanda var olmaya çalışıyor. Ancak bunun çok özgürleştirici bir hali da var. O alanda bir anda tamamen anonim olabiliyorsun. Köyde veya mahalledeki toplumsal baskıdan arınabiliyorsun. Öte yandan da bir sürü donatıya, kültüre, sosyalliğe de erişimin tamamen kopmuş oluyor. Asıl dönüşmesi gereken alan belki orası… Kent merkezini aşağı yukarı birkaç yüzyılda çözdük, köy de kendi kendini üretebiliyor, ama o periferideki bulanıklık belki daha ilginç olabilir.

Bir mimar, boşluk üzerine veya inşa etmeme üzerine nasıl bir pratik yürütebilir?

SL: Mimarlık illa inşa etme süreci değil, bir tavır meselesi bence. Bu tavrın geometriyle bir bağlantısı var. Bazı geometriler insan zihnini özgürleştiriyor, bazıları katılaştırıyor veya zihni karamsarlaştırıyor. Bu tavırla ilgili benim durduğum yer.

BA: Hep ‘yaptığın zaman mimar olursun’ diye yüceltilirdi, işte o bence zaman içinde eridi. Yapan mimar diye bir şey varsa, yapmayan, yazan, eleştiren mimar gibi bir sürü ara form oluştuğunu düşünüyorum. Yapan mimar ve yapmayan mimar olarak iki başat şey yok artık. İki figür arasında o başat formlardan çok daha fazlası olan bir ara kesit, yapmadan durulabilecek çok fazla pozisyon var.

Röportaj: Bahar Turkay

#kentsel #kırsal #boşluk #boşluğun mimarisi #Büşra Al #Sinan Logie #AURA İstanbul #AURA İstanbul Mimarlık ve Şehircilik Araştırmaları Akademisi


Sayfanın Başına Dön