AKUPUNTUR MİMARİSİ: ARİF SUYABATMAZ
AKUPUNTUR MİMARİSİ: ARİF SUYABATMAZ

AKUPUNTUR MİMARİSİ: ARİF SUYABATMAZ

MİMARİ   6.09.2020

Arif Suyabatmaz 1996 yılında Viyana’dan İstanbul’a dönerek Türkiye’deki mesleki kariyer macerasını başlattı, bu macera halen Hakan Demirel ile birlikte yürüttükleri Suyabatmaz Demirel Mimarlık ofisiyle sürmekte. Ağırlığı İstanbul’da olmak üzere, çok sayıda konut ve ofis projesine imza atmış olan Suyabatmaz Demirel Mimarlık’ın Bebek’teki ofisinde Arif Bey ile Türkiye’deki gökdelen aşkından yeni yatırımcı profiline, aldığı ödüllerden sanat koleksiyonuna dek uzanan bir söyleşi gerçekleştirdik. 

Türkiye’de yerleşik bir gökdelen karşıtlığı var. Siz de gökdelen projelerinde çalıştınız. Bu karşıtlığı neye bağlıyorsunuz ?

Gökdelen karşıtlığı var tabii ama gökdelen aşkı da var. Hatta, gökdelen aşkı bence şu sıralar daha ağır basıyor. Mimarlar piyasanın aktörleri tarafından birtakım gökdelenler yapmaya zorlanıyorlar. Piyasanın aktörlerinden kastım; yatırımcılar, imar durumları, belediyeler vb. Onlar açısından gökdelen hızlı bir çözüm olarak görülüyor, biz de ofis olarak gökdelen yapıyoruz. Tabii bunlar Türkiye’deki genel algıya göre gökdelen; aslında 100 metreyi aşan binalar gökdelendir benim için, 100 metrenin altındakiler yüksek yapılardır. Örneğin Tarihi Yarımada’nın siluetini bozan 16:9 projesini ele alırsak, bunun karşısında olanları anlamak oldukça mümkün. Ben de yüksek yapıları yaşanılası yerler olarak görmüyorum. 1970’lerde yüksek binalarda toprağa uzak olmanın, insanların bünyesinde bozukluklara, hastalıklara, psikolojik rahatsızlıklara sebep olduğu kanıtlandı. Avrupa’nın o dönemde vazgeçtiği çözümlerdir bu yüksek yapılar, bizdeyse dediğim gibi biraz piyasa zorlamasıyla hala yapılıyor. Tabii o zamanki şartlarla şimdiki şartlar da değişiklik gösteriyor, bugün yüksek yapıları daha kaliteli yapmak mümkün. Biz de barındırdığı sosyal donatı alanlarıyla orada yaşamanın dezavantajlarından uzaklaşacak şekilde tasarım yapmaya çalışıyoruz. Yine de, argümanını net bir şekilde ortaya koymadan gökdelen karşıtı olmak bana önyargı gibi geliyor.

Gökdelenler maddi anlamda ve arsa kullanımı açısından ekonomik bir çözüm olabiliyor. En büyük avantajı ise zeminde kullanmadığı alanı yeşil ya da kamusal olarak bırakabilmesi. Türkiye’deki gökdelenlerin çoğuysa o zemin alanını da sonuna kadar kullanan bazalı yapılar...

İşte bunun nedeni, piyasanın zorlaması. Mimarlar artık kararları maalesef kendileri veremiyorlar. Hep verilmiş kararlara uyarak, onları şekillendirmek ve hayata geçirmek zorunda kalıyorlar. Baza kullanmak bunun tek örneği değil. Bu durum mimarlığın en büyük sorunlarından biri, mimarın özgürleşmesinin önündeki en büyük engel. Mesela, Türkiye’de bir sürü stat yapılıyor, her birinin de teması var: Bursaspor’un stadı timsah şeklinde, Malatyaspor’unki kayısı şeklinde. Bu çok trajik bir durum çünkü demek ki birisi gelip de mimara timsah şeklinde stadyum yapacağız diyor ve o da buna uyuyor. Ya da mimar kendisi hakikaten timsah şeklinde yapmayı düşünüyor, ki bu da aynı şekilde trajik. Bence sistem ve yatırımcılar mimarları fazla zorluyorlar. Oysa bu, aleyhlerine bir durum, çünkü; mimarın özgürce yaptığı tasarım onlar için çok daha avantajlı olabilir. Gökdelen meselesine geri dönersek, arsayı noktasal olarak kullanmak ve onun dışında kalan araziyi en iyi ihtimalle yeşil alan veya kamusal alan olarak bırakmak tabii ki herkesin yararına, ama uygulamalar pek de öyle değil, açıkçası. Çoğunlukla, senin de söylediğin gibi, geniş bir bazayla arsa tamamen kapanıyor. Biz bu duruma bağnazca karşı çıkmayı değil de bunu yaparken eleştirmeyi seçiyoruz. Yani “Bu işi yapmayız.” diyerek tavır almak yerine, yaparken hangi manevrayla üstesinden gelebileceğimizi araştırıyoruz. Bütün bu şartlara rağmen oradan bir kamusal alan çıkarmak bence iyi bir cevaptır.

1996’da Viyana’dan İstanbul’a geldiniz. Buraya gelirken sizin için ana motivasyon neydi?

Ana motivasyon, Viyana’da mesleki anlamda gelecek görmememizdi. Brigitte Weber ile buraya gelip ofis açtık. Şimdi geriye bakınca, bunun iyi bir karar olduğunu düşünüyorum. Avusturya 7.5 milyon nüfusa sahip bir yer, bizim onda birimiz kadar. Orada iş yapmakta daha çok zorlanırız gibi geldi, Türkiye ise daha dinamik bir yer. Küçük projelerle başladık. Viyana’da böyle başlayıp bu noktaya gelemezdik diye tahmin ediyorum.

Malzemeleri çeşitlendirerek yarattığınız dokular var. Farklı malzemeleri yan yana kullanırken keşfettiğiniz yollar var mı?

Açıkçası, bunlar pek de icat edilmiş malzemeler değil, bütün hikaye birkaç malzeme etrafında dönüyor. Bu da bilinçli bir karar. Birkaç çeşit malzemeyle bütün projeyi yapmaya çalışıyoruz. İnovatif çözümler de deniyoruz, mesela Güneşli’deki G Plus’ın cephesi tamamen hazır bir malzeme olan Fibrobeton’un başka türlü bir kullanımıydı. Ahşabı seviyoruz, bazen ezber bozmak adına kullanıyoruz. Örneğin Bodrum gibi beyaz rengin hakim olduğu bir coğrafyada ahşap ve çelik kullanıyoruz. Malzemelerin yan yana gelişlerindeyse, geliştirdiğimiz küçük reçetelerimiz var. Her hastaya aynı reçete verilmiyor tabii.

Daha geniş ölçeğe çıkarsak, İstanbul’un kendi malzeme paletini nasıl okuyorsunuz?

İyi bir tablonun ortaya çıktığını söyleyemeyeceğim; öte yandan, bunun bilinçli yapılmış bir şey olduğunu da düşünmüyorum. Üstünde fazla düşünülmediğini, insanların bunu dert etmediklerini tahmin ediyorum. Aslında alışıldık şekilde bazı refleksler devam ettiriliyor. Buna müdahale edilmeye çalışıldığındaysa daha tuhaf sonuçlar ortaya çıkabiliyor. Mesela, bir ara, Beyoğlu’nda bütün dükkan tabelalarını ahşap üzerine sarı pirinçle yaptırdılar, ve sonuç meydanda... Diğer her şey bu kadar vahşice ve kontrolsüzce ilerlerken, cephelere ortak bir dil bulmanın imkansız olduğunu düşünüyorum. Bunun denendiği başka yerleri de biliyorum. Moskova’da yapılan her bina, şehir mimarının onayından geçmek zorunda. İstanbul’daysa cepheye gelene kadar öncelikli olarak kısıtlanması gereken bir sürü nokta var. Zaten cephe her an değiştirilebilir, oysa yerine oturmayan, etrafa saygı duymayan binayı yıkmak çok daha zor. Bu sebeple cephe sorununu çok önemli görmüyorum. İstanbul’da bunun bir sıkıntı olduğuna inanıyorum ama içinden çıkılabilir bir şey olduğunu düşünmüyorum. Şehrin tümünü kontrol altına almak ya da iyileştirmek yerine, akupunktur gibi noktasal tedaviler yapmak daha etkili olabilir.

Bu anlamda kentsel dönüşüm nasıl değerlendirilmeli?

Şu anki kentsel dönüşüm iğne yerine çiviyle akupunktur yapmak gibi. Çünkü benim akupunkturdan kastım, tek bir bina ölçeğinde bir müdahale. Oysa kentsel dönüşüm çok büyük, yüz binlerce metrekarelik bir proje. Can acıtıcı. Yine de, şehircilik açısından ve sosyolojik anlamda değil ama mimari anlamda iyi örnekler çıktığını düşünüyorum. Kaliteli inşaat da yapıyoruz.

Ama bu, kaliteli bir kentsel çevre yaratmaya yetmiyor.

Kesinlikle. Kentsel çevre kendi kendine oluşan bir şey. Onu yaratan herhalde böyle yatırımcılar olmayacak. Kentsel çevre topyekun hareketlerle değil, orada yaşayan insanların küçük çabalarıyla yaratılır. Bunu sadece mimari açıdan olumlayabiliriz. Belirli bir zümrenin kendini rahat yaşadığına inandırdığı kapalı siteler ve yerleşkelerin mimarisi kaliteli olsa da onların dışındaki kentsel çevre gittikçe kötüleşiyor.

Bunda mimarlık kültürünün yerleşik olmamasının bir payı var mı?

Mimarlığa gelene kadar eleştiri kültürü, karşı çıkma kültürü, yüzleşme kültürü gibi daha derin kültürlerin yokluğu söz konusu. Sorgulamak, idealizm gibi kavramlar oturmayınca mimarlık kültürünün payı çok küçük kalıyor. Zira bu kültür sadece iyi mimarlıkla elde edilecek bir şey değil. Planlama eksikliği, erkin istediğini yaptırması gibi durumları da düşününce, asıl konunun demokrasi kültürünün eksikliği olduğu ortaya çıkıyor. Haliyle, iyi bir demokratik kent de elde edemiyoruz.

Peki, bir mimar olarak bunun oluşması için size bir rol düşüyor mu? Ya da bir mimar bu durumla nasıl başa çıkıyor?

Mimar olarak bize birkaç şey düşüyor, elbette. Mesela eğitim konusuna biraz daha çaba harcanabilir. Sonuçta demokrasi kültürü de böyle elde edilir. Belki naif bir düşünce ama eğitimle mimarların daha haşır neşir olması bir formül olabilir. Yapılanları sorgulamak, eleştirel bir bakış açısı geliştirmek, her şeye evet dememek gibi yollar üretilebilir. Ama bunlar piyasa şartlarında çok kolay değil; bugün gerçekten vahşi bir durumla karşı karşıyayız. Bu da sadece İstanbul’a özgü değil, örneğin New York da böyle. Kısaca, yaşananlar daha büyük bir sistemin sorunları ama mimarlık da bu sorunlardan biri tabii.

Son birkaç yıldır olduğu gibi, bu yıl da MIPIM’den ödülle döndünüz. Ödüllerin ofise nasıl bir katkısı oluyor?

Birincisi, manevi tatmin sağlıyor. Öncelikle, bu projeleri bizden istendiği için yapıyoruz, sonra ödüle gönderiyoruz. Yaptığımız şey takdir görünce de hoşumuza gidiyor. Ayrıca tanıtım açısından da yararı oluyor. Beğensek de beğenmesek de ödül de sistemin parçası oldu ama sunulan ödüller içinden hangisine talip olduğumuzu kendimiz seçiyoruz. Biz sadece MIPIM’e ve Dünya Mimarlık Festivali WAF’a proje yolluyoruz. MIPIM’e ciddi bir ödül olduğu için başvuruyoruz. WAF’ıysa karşılıklı tartışmalara olanak tanıdığı ve projeler sunduğu için önemsiyoruz.

Mimaride inovasyon mümkün mü, yoksa mevcut yapma biçimlerinin yeniden yorumlanması mı söz konusu? Mekansal çözümler de inovatif olabilir mi?

İşte inovasyon o zaten, mevcudun yeniden yorumlanması... İcat değildir inovasyon, başka bir şeydir. Bugünkü pratikte mesela, yüksek binayı çözmek aslında basit: Katları üst üste koyar, çekirdeği de iyi kötü çözerseniz tamamdır. Oysa üst üste stoklanmış, iki döşeme arasına sıkıştırılmış bir mekanda mimarlıktan bahsedilemez. Onun içine mekansal anlamda kullanılabilen bir farklılık kattığımızda inovasyon yapabiliriz. Biz mesela Güneşli Kule projemizde bu döşemeler arasına sıkışmış mekan ezberini bir açıdan yıkmaya çalıştık. Binanın içine sarmal bir boşluk koyarak hem mekansal anlamda zenginlik yaratmaya hem de yüksek binada çalışan insanların eksikliğini hissettiği rekreasyon alanlarını oluşturmaya çalıştık. Bir gökdelene dışarıdan baktığımızda, her kattaki insanları görürüz ama onlar birbirini görmezler, hep dışarıya bakarlar. Oysaki Güneşli Kule’deki mekan kurgusu aynı binada çalışan insanları birbirine baktırmayı mümkün kılıyor. Bu anlamda bir inovasyondan bahsediyorum, yoksa akla hayale gelmeyen formlar ve çözümler bulmaktan değil.

Bugünden farklı bir dönemde mimarlık yapma şansınız olsaydı hangi zamanı seçerdiniz? Mesela 20. yüzyılın başını mı?

Güzel soru, Orta Çağ’da yapmak isterdim. 20. yüzyılın başında yapmak istemezdim, o çok yorucu ve zor bir dönem. Ben o kadar mücadeleci değilim. Her şeyin daha belirli olduğu, farklı bir dönemi tercih ederdim. Orta Çağ’da gotik katedraller falan tasarlayabilirdim. Yaşamın daha farklı algılandığı bir dönemde değişik bir şeyler denemiş olurdum. Binamı yapardım, içinde de ibadet ederdim. Daha duygusal dertler yaşamak, daha ruhani bir durumda olmak isterdim.

Bir yandan da galeriniz Rampa var. Galeriyi kurarken nasıl bir öngörüyle yola çıktınız?

Rampa’yı, daha çok sanatçıların perspektifinden bakarak kurduk, yine de sonuçta ister istemez bir galeri sahibi pozisyonunu almış olduk. Her ne kadar galeri sahibi refleksleriyle davranmasak da, bulunduğumuz yer o oldu. Bizim amacımız daha ziyade sanatçılarımızı kollayan, bu piyasada ilişkilerin gerektiği gibi olması için çalışan bir galeriyi sürdürmekti. Her şeyden önce gerçekten sanatçıların kariyerlerine önem vermek istedik, onların başka ülkelerde tanınması, sergi açması, eserlerini satması amaçladığımız bir şeydi. Ve bunu kısmen de olsa başardık.

Galeriden bağımsız olarak kendiniz koleksiyon yapıyor musunuz?

Galeriden önce zaten koleksiyon yapıyorduk ve bu sebeple galeri fikri doğdu. Halen de devam ediyoruz. Ağırlıklı olarak 1950’den sonra Türkiye’den giden Mübin Orhon, Nejat Devrim, Selim Turan gibi Paris ekolünden sanatçıların işlerini topladık önceleri, ta ki toplanamaz hale gelene kadar... Sonra da çağdaş Türk sanatı eserlerini toplamaya başladık. Bunun dışında tarihsel önemi olan yerli işleri topluyoruz, sevdiğimiz yabancı işleri de alıyoruz, Çin sanatçılarına bakıyoruz. Ama şu sıralar vakit darlığından bu konularla çok ilgilendiğimiz söylenemez. Zaten bir sürü etkinlik ve genç sanatçı varken hepsine yetişmenin imkanı da yok.

Bütün bunlardan vakit kalınca ne yapıyorsunuz?

Araba yarışı yapıyorum. Yarış arabası olarak üretilen Porsche’lerin yarıştığı Porsche Cup’ın Avrupa ayağına katılıyorum. Yardımcı pilot yok, tek başına yapılan bir pist yarışı. Her yarıştan önce perşembe ve cuma günleri pistte antrenman yaparak hazırlanıyoruz. Kendi tasarladığım bir garaj var, otomobil sporlarıyla ilgili faaliyetlerimi orada yürütüyorum. 

XOXO The Mag izniyle yayınlanmıştır. 

Tarih/Sayı: XOXO The Mag Sonbahar/Kış 2015-2016

#ArifSuyabatmaz #mimarlık #röportaj


Sayfanın Başına Dön