ATELIER BOW WOW
ATELIER BOW WOW
ATELIER BOW WOW
ATELIER BOW WOW
ATELIER BOW WOW
ATELIER BOW WOW

ATELIER BOW WOW

MİMARİ   20.09.2020

Dünyaya Japonya’dan bakmaya başlayan Atelier Bow Wow ekibi inceledikçe,  gördüğümüz şeyleri anlamlandırırken ne kadar derinlikli bir açıya sahip olduğumuzun, nereden baktığımızdan çok nasıl baktığımızla ilgili olduğunu düşünüyor insan. Çantalarında objeler, binalar, teoriler, kavramlar var ve her şeyin özünde iyi tasarım. En son katıldıkları Chicago Mimarlık Bienali’nde ise “günümüzün hapishanelerini” sorgulatıyorlar. Kim bilir… Belki içinde debelendiğimiz hücrelerimizden kaçışın -eğer bir gün olacaksa- alternatif senaryoları Japonya semalarından  dünyaya yayılır, bir gün...

Yaz aylarını nasıl geçirdin? Tatil yapabildin mi?

Köylerde ve kırsal bölgelerde projelerimiz olduğu için, o taraflarda çeşitli yerlerde gezdik ve oralarda bir süre kalmanın keyfini çıkardık. Yaz ayları biraz on/off şeklinde geçti.

İki projeniz 2013 yılında “Good Design Award” tarafından ödüllendirildi. İyi tasarım nedir?

Aslında Good Design Award, Ekonomi ve Endüstri Bakanlığı inisiyatifiyle, tasarımın, ekonomi ve endüstriyi desteklemesi için ortaya çıktı. Önemli bir özelliği, yalnızca tasarımcıları ve mimarları değil, işverenleri ve üreticileri de ödüllendiriyor olması. Bu ödül sayesinde, kurulan işbirlikleri de ödüllendirilmiş oluyor. Ödülden bağımsız olarak konuşursak iyi tasarım, çok çeşitli faktörler arasındaki en iyi dengeyi bulmak için bunları birbirine entegre etmekten geçiyor. Nesnelerin zekasını keşfetmekle ilgili bir şeyden bahsediyorum. 

Objeler, binalar, çevre ve fikirler… Hangisinin tasarımı daha ilham verici?

Her biri biz ve onlar arasında bir çeşit bağlantı sağlıyor. Biz bu araçların arka planından ve sağladığı ağdan ilham alıyoruz. Arkasından hep daha geniş bir ağ geliyor. Diğer taraftan, obje, mimari ve çevre tasarımını karmaşıklık ve kapsanan bilgi ekseninde karşılaştırırsak, objeden çevre tasarımına doğru artış olduğunu görürüz. 


Ekim ayında açılan Chicago Mimarlık Bienali’nde sergilenen projenizden bahseder misin?

Bienal bir kültür merkezinin içindeki büyük bir alanda gerçekleşiyor. Alanın ortasında, hem çok derin, hem de binanın her yerinden görünür olan bir avlu var. Küratörler, bu avlu için bir şeyler yapmamızı istedi. Biz de, avluda yaratılan, alışılmışın dışında bir yol ile, binanın içindeki boşluğu ortaya çıkaracak bir proje önerdik; avludaki havayı içine alan, bir taraftan diğer tarafa geçişin ve bir köprünün olduğu bir proje… Ayrıca insanların çatıya tırmanmalarını bekliyorduk. Önermemizdeki amaç, binanın içinde gerçek anlamda geçişler olabilmesi için bu alanı genişletmekti. Teklif ettiğimiz proje, güvenlik sorunları ve fiziksel kısıtlar gibi zorluklarla karşı karşıya kalsa da, bize, Temmuz sonuna kadar insanların belli kurallar dahilinde avluyu gezebilecekleri söylendi. Ancak sonunda, alanı herkesin ulaşımına açmak birkaç sebepten dolayı imkansız hale geldi. Ardından, küratörler bizden koşullar her ne kadar değişmiş olsa da, aynı proje üzerinde çalışmaya devam ettik. Başlangıcından beri projemizin tamamıyla erişilebilir olacağını düşünmemiştik zaten. Bunun bizim için oluru var çünkü enteresan bir durum yaratıyor; kamunun bir parçası olduğunuz sürece fiziksel olarak girebildiğiniz, ancak sosyal olarak geçişinizin olmadığı bir durum. Bu da, mimarinin geldiği son noktayı da gösteriyor aslında.

Bu mekan, size farklı çağrışımlar yaptı mı?

Tabii. Derin, karanlık, kapalı avlu alanı bize geç 18. yüzyılda yaşamış İtalyan mimar Piranesi’nin 'Prison' çalışmasını hatırlattı. Bu çalışma, onun toplumdaki zorlu statüsünü yansıtan hayal ürünü, görsel bir mekandan oluşuyor. Projemizin karşılaştığı zorlukların, hareket alanızı tıpkı bir hapishane gibi kısıtladığını düşünebilirdik. Dolayısıyla burada bahsi geçen hapishane fiziksel olarak kilitli bir mekan değil. Bugünün hapishanesi günlük hayatımızı yöneten sosyal sistemin içine entegre olmuş durumda. İnsanlar doğal olarak bu limitli koşulların içinde hareket ediyorlar. Böyle bir önerme sunduğunuzda bu çevresel koşullar daha görünür hale gelebilir ve insanlar nerede yaşadığımızın, nasıl koşullarla çevrelendiğimizin farkına varabilirler. Enstalasyonumuzun arka planındaki amaç bu.

Bu Chicago’daki ilk mimarlık bienali. Ve daha yeni, 2016’da Londra’nın da bir tasarım bienaline sahip olacağı duyuruldu. Biliyorsun İstanbul Tasarım Bienali’nin üçüncüsü de aynı yıl gerçekleşecek. Sayısı gittikçe artan bunca bienalin mesleğin kendisi için anlamı ne?

Bence bu, endüstrinin sahip olduğu değerlerin yön değiştirmesiyle ilgili. Bugün artık endüstri yalnızca makine ve elektronik üretimi anlamına gelmiyor. 2000’lerden beri endüstrinin yeni alanı kentsel gelişim. Küresel ekonomi, endüstrinin gelişimini teşvik ediyor. Az gelişmiş ülkeler de ekonomilerini büyütmek için yurtdışından yeni inşa yatırımları yaratmak suretiyle bu fırsattan faydalanıyorlar. Bazı kentler birbirleriyle rekabet içine girdiler ve bu medyanın bir hayli ilgisini çekiyor. İnsanlar da artık kentlerin birbirlerinden farkı konusunda daha bilinçliler. Bu çerçevede mimarlardan, kentin yeni gelişimine dair birer manifesto, anıt niteliğinde ikonik binalar tasarlamaları istenecek. Buna paralel olarak pek çok kentte uluslararası sanat festivalleri düzenlenmeye başlandı. Bienaller, her bölgenin küresel kapitalim ile yüzleşmesi konusunda reformları oluşturan stratejinin bir parçası. Bu doğrultuda yıldız mimarlar ve ikonik binalarla ve bienaller gibi kültürel aktivitelerle kentin ön yüzü ortaya çıkıyor. Biz de bunlardan birkaçı tarafından davet edildik ve kente dair gelişimler ve dönüşümler bu bienallerin ortak arka planını oluşturuyordu. Bizim ise bu çerçevede sanat ve mimarlığın buluştuğu ortamda, kamusal alan konusundaki fikirlerimizi test etme imkanımız oluyor. Biz bunu “mikro kamusal alan” olarak adlandırıyoruz. Bu sosyal deneyi sanatsal bir sergileme ile yapabiliyor olduğumuz için şanslıyız. Tüm bunlar mimari bir yaklaşımla planlanmış olsaydı, çok daha zor ve karmaşık olurdu.

Kamu kullanımı için tasarladığınız bir projeden bahsedelim; Bombay, BMW Guggenheim Lab. Kamudan ciddi anlamda bir katılım beklenen bu ölçekte projeleri tasarlarkenki deneyimin nasıl? 

Bu projede, Guggenheim küratör ekibi, lokal ve uluslararası düşünürler ve kamu katılımı arasında bir iletişim ağı geliştirdi. Bizim görevimiz ise, bunun tercümesini yapmak ve BMW Guggenheim Lab felsefesine bir form vermekti. Bienalde ise, kurumsallaşmamış bir mekan yaratırken kullandığımız metodolojiye uygun olarak, kendilerine has davranış şekilleri olan insanlar bularak projeye başladık. Bu anlamda, mikro kamusal alan projesi ve BMW Guggenheim Lab arasında çok büyük farklar yok. BMW Guggenheim Lab de, kentin içinde insanların kurumsallaşmamış davranışlarını ortaya çıkaracak şekilde çok hafif bir yapıda tasarlandı. Kentteki pek çok insan çeşitli kurumsal yapılardan yararlanıyor ve davranışları buna göre şekillenebiliyor. Günümüzde insanlar bu şekilde yaşamaktan sıkıldılar ve farklı şekilde davranabilecekleri mekanların arayışı içindeler. BMW Guggenheim Lab Berlin, New York ve Bombay bu düşünce üzerine tasarlanmış yerler.  

Geçen yıl, 2. İstanbul Tasarım Bienali kapsamında, öğrencilerle Haliç ve Galata Köprüsü’nde gerçekleştirdiğiniz atölye çalışması için İstanbul’a gelmiştin. Bu iki mekan İstanbul’un en karmaşık, kaotik yerleri arasında. Senin izlenimlerin nasıl? Kentle ilgili aklında ne kaldı?

İstanbul’a ilk ziyaretimde Galata Köprüsü’nü çok enteresan bulmuştum. Aynı yapı üzerinde, birbirinden bu kadar farklı aktivitelerin karmaşık kombinasyonu hep aklımın bir köşesindeydi. İnsanların birlikte vakit geçirmekten hoşlandıkları yerleri görmek her zaman ilgimi çekiyor. Galata Köprüsü, insanların vakit geçirmekten keyif aldıkları bir nokta olarak, İstanbul’un en dikkat çekici yerlerinden birisi. Bu nedenle atölye çalışması kapsamında çizimini yapmak üzere Galata Köprüsü’nü seçtik.  Köprünün geçirdiği dönüşüm ile ilgili araştırmamız süresince, köprü üzerindeki insanların balık tutma hallerinin çok eski olmadığını, altında iskelesi olmayan yeni köprüden sonra ortaya çıktığını fark ettik. Köprünün kenarı, geçmişe nazaran suya çok daha yakın hale gelmiş. Bu da insanlara köprüden balık tutmaları imkanı veriyor. Yani balık tutma eylemi şansa bağlı gelişmiş durumda.

Mimarlık tarihinde güçlü, etkili manifestolar var. Manifestolara inanıyor musun?

Manifesto önemlidir ancak insanın kendi geçmişine dayandırılması gerekir. Dolayısıyla nerede olduğumuz ve ne yaptığımızla ilgili tarihsel bir okuma yapmadıkça, manifestonun herhangi bir etkisi olmaz. Bu tarihsel okuma ve yaklaşım üzerine geleceğe dair bir şeyler inşa ediyorsun. Yani manifesto insanlar üzerinde yapıcı ve tartışmaya açık olabilir.

Atelier Bow Wow olarak bir takım teoriler üzerine de çalışıyorsunuz ve 'Behaviorology' bunlardan biri. Behaviorology tam olarak ne anlatıyor? 

Behaviorology, doğuştan olan davranışları, insan davranışlarını ve davranış inşa etmeyi inceliyor. Işık, ısı, rüzgar, su gibi doğal elementler fiziksel kanunlara göre hareket ederler. İnsanlarsa, belli koşullar oluştuktan sonra buna göre davranırlar. Çünkü belli koşullar altında, belli bir şekilde davranmak üzere eğitiliyoruz. Diğer taraftan binaların, yapıların da davranışları vardır. Uzun bir zaman dilimini, mesela 100 seneyi ele alalım. Bu zaman diliminde yapılar sürekli olarak değişim geçirirler, bazen yerine yenisi yapılır, bazen de yenilenirler. Aynı alana sürekli olarak aynı tipoloji inşa edilir. Mimari tasarım, tek bir fiziksel varoluş içindeki tüm bu birbirinden farklı davranış şekilleriyle ilgilenir. Bunlar tekrar edilebilir şeylerdir. Bu sebepten, paylaşıma açıktır ve nasıl faydalanacağını bilen herkes tarafından erişilebilirdir. Davranış tekelleştirilemeyecek bir şeydir. İşte bu bizim ortaklık konseptimizin temelini oluşturur. Mimari, tek bir fiziksel varlık üzerinde birbirinden farklı pek çok davranış entegre etmekle ilgili ki bu da mimarinin ortak noktalarla uğraşmak konusunda iyi olduğunu gösterir.

Yaşantımızın, yaşam tarzımızın geleceğiyle ilgili öngörün ne? Mülteciler konusunda dünya çapında bir kriz durumu söz konusu. Ayrıca büyük kentlere göç ve kent-kırsal arasındaki denge endişe verici. Tüm bu olan biten geleceğimizi tehdit ediyor. Gittikçe daha izole bir yaşama doğru mu gidiyoruz yoksa komünal bir yaşantı peşinde miyiz?

Yanıt vermesi zor. Kentte yaşayan insanlar için bu, ne kadar gelirleri olduğuna bağlı. Kent yaşamı düşük gelirli insanlar için zorlayıcı. Gittikçe daha fazla yoksul insan toplumdan ve komün ağından kopacak. Geçmişte, kentlerde dahi yoksul insanlar bir arada yaşabiliyorlardı ve birlikte bir şeyleri paylaşıyorlardı, dolayısıyla kentte kendilerine ait bir topluluk oluşturabiliyorlardı. Şimdiyse, içinde bulunduğumuz sistem bizlere birer tüketici birey olarak yaklaşıyor. Zamanı ve parası olanlar bir güvenlik ağının parçası olarak ortak yaşantıların peşinde koşuyorlar, zira yaşamındaki hoyrat ekonominin onları zayıflatmasından korkuyorlar. Bir taraftan da çok zengin olan kesimin bu konularla hiç ilgisinin olmadığını düşünüyorum.

Tokyo’da olmasaydın nerede olurdun?

Kyoto.

Deli gibi seyahat ettiğini biliyoruz. Rotanızda bir sonraki yer neresi?

Hırvatistan.

XOXO The Mag izniyle yayınlanmıştır.

XOXO The Mag Sonbahar/Kış 2014-2015

#AtelierBowWow #mimarlık #röportaj


Sayfanın Başına Dön