BAĞLAMSAL BİR MİMARLIK
BAĞLAMSAL BİR MİMARLIK

BAĞLAMSAL BİR MİMARLIK

MİMARİ   27.09.2020

Bıçkın İstanbul delikanlısını, TOKİ apartmanlarının oluşturduğu bir mahallede hayal edebilir misiniz? Tıpkı çatılarında gezdiği Beyoğlu’ndan ayrı düşünülemeyen nevi şahsına münhasır Vakur Barut çizgi roman karakteri gibi; Kerem Piker’e göre mimarlığın hikayeleri de, zeminlerinden ayrı düşünülemez. Chicago Athenaeum tarafından “Avrupa'da 40 yaş altındaki en iyi 40 mimardan birisi” olarak gösterilen Kerem Piker ile “bağlamsal bir karakter” olarak mimarlığı, İstanbul’u, çok konuşulan projeleri ile Emre Arolat Architects ortaklığı sürecini ve sonrasındaki, devam eden Kerem Piker Mimarlık seyrini konuştuk.

Geçtiğimiz haftalarda gerçekleşen “Bugünün Türkiyesi’nde Mimarlık Tartışmak?” panelinin konuşmacılarından biriydiniz. Sorunun çarpıcılığı bir yana; tema eksenindeki oturumlarda, “Mimarlığın Kamusallaşması: Konut, İnşa ve İmkan” başlıklı konuşmanızı gerçekleştirdiniz. “İyi konut üretemeyen şehirde, mimarlığın kamusallaşmasının mümkün olmadığı” iddiasındaki konuşmanız, özellikle mevcut konut sorunu da düşünüldüğünde, kamusallık ve şehir tartışmalarına farklı ve ilginç bir bakış açısı taşıyor. Bu “mümkün olmama” halini biraz açıklayabilir misiniz?

Mimarlığın kamusallaşması ne demektir? Bunun tarifini yapmaya çalışmak yerine ben bundan ne anlıyorum, ondan bahsedebilirim. Mimarlığın kamusallaşması ile basitçe mimarlıkla ilgili herhangi bir konunun kamunun yaşantısında bilinçli bir reaksiyon oluşturmasını kastediyorum. Bu tek cümlelik tarif üzerinden ilerlersek mimarlığın kamusallaşmasının önemli bir ölçütünün yapıların kentin yaşayanları tarafından sahiplenilmesi olacağı konusunda sanırım hemfikir olabiliriz. Bu kamusallaşmanın tek yolu kentin içerisinde yer alan kamusal alanların tasarımı ile sınırlı  değildir; öncelikle panel esnasında anlatmaya gayret ettiğim konu buydu. Neyse ki ve iyi ki de mimarlık sadece kamusal alanların tasarımı vasıtasıyla kamusallaşmaz. Sanıldığının aksine mimarlık salt mimarların ya da tasarımcıların çabaları ile de kamusallaşmaz. Mimarlığın kamunun gündeminde yer almasının pek çok aracı mevcut; yeniden üretim, temsil bunlardan sadece birkaçı. Öte yandan, kamusal alanlar kadar özel alanların tasarlanma ve kullanılma biçimleri de mimarlığın kamusallaşmasının önemli kriterleridir.

Peki konut yapıları bu bağlamda nasıl ele alınmalı?

İçinde yaşadığımız kentler ağırlıklı olarak, kamu yapılarından yani belediye binalarından, hükümet konaklarından, stadyumlardan, müzelerden, kültür merkezlerinden, parklardan ve bahçelerden ziyade, konut yapılarından oluşuyor. Hatırı sayılır büyüklükteki konut stoğumuzun sayısal büyüklüğü oranında kaliteye sahip olmadığının farkındayızdır, umarım. İddiam o ki, iyi bir fiziksel çevre içerisinde yaşantımızı sürdürmemizin yolu, bütün bu kentlerin sokaklarının ve caddelerinin iyi tasarlanmasından geçtiği kadar, iyi konutlar tasarlanmasından da geçiyor. Bugün gıpta ettiğimiz kamusal kullanımlara ev sahipliği yapan, iyi müzelere, iyi konser salonlarına sahip şehirlerin aynı zamanda ve mutlaka iyi ve kaliteli konut stoğuna da sahip olduğunun ayırdına varmalıyız. İyi bir müze tasarlamanın ön koşulu elbette iyi konut tasarlamaktır demiyorum; ancak iyi bir konut çevresi inşa etmemiş kentlerin, sakinleri tarafından yeterince sahiplenilmediğini, fiziksel çevrenin de bu sebeple sürekli yeniden inşa edildiğini bir süredir tecrübe ediyoruz. Dolayısıyla iyi konut üretemeyen şehirlerde mimarlığın kamusallaşmasını beklemeyi gerçekçi bulmuyorum.

Suat Gönülay’ın “Vakur Barut” çizgi roman karakterinden ve bu karakterin hayat bulduğu Galata-Cihangir kent ortamından bahsederek paneldeki konuşmanızı açışınız da ilginç. Bir nevi antikahraman olarak “bıçkın İstanbul delikanlısı” Vakur Barut’un hikayeleri, bugün Beyoğlu-Haliç bölgesinin yaşadığı soylulaştırmayı ve bölgede yaratılan hijyenik kamusallığı da yeniden düşündürüyor.

Vakur Barut ilginç bir karakter; bir tür antikahraman, doğru. Ancak temsil ettiği sınıfsal ya da ahlaki pozisyondan çok, esasında benim üzerinde durmak istediğim, onun kendisini var etme biçimi. Bilenler bilirler; Suat Gönülay’ın kahramanı Beyoğlu’nun çatılarında gezer. Dolayısıyla hikayesinin zemini ile sıkı bir bağlamsal ilişkiye sahiptir. Barut’u TOKİ apartmanlarının oluşturduğu bir mahallede hayal edemezsiniz sözgelimi, ayrık nizam blokların üzerinde damdan dama atlaması söz konusu değildir, denerse bile düşer ölür. Bağlamsal bir karakterdir Barut. Soluklanmak için çatıların üzerinde Galata’dan Haliç’i seyreder ve kendine özgü bir sinirle sürekli şehrin güzelliğini dillendirir. Barut’un hikayesini zemininden ayrı düşünemezsiniz ve bence bu mimarlığın kamusallaşmasının önemli bir ölçütüdür.

Konut ve İstanbul’un kamusallığı üzerinden devam edersek; İstanbul’un bir başka yüzü Ataşehir’de Kerem Piker Mimarlık’ın (KPM) tamamlanan ya da devam etmekte olan bir seri ofis yapısı projesi bulunuyor. Proje metinlerinde bölgeye şu görüşler getiriliyor: “Ataşehir diye bir yer 20 yıl önce yoktu. Bu bir uydu kent; ancak planlanmış bir kent olmaktan ziyade, piyasanın dinamikleriyle oluşturulmuş bir konut ‘şehri’. Büyük konut stoku bir yandan batıya doğru genişlerken, diğer taraftan da bir süredir konut dışı yapılanmalar Ataşehir’de kastedilmemiş bir biçimde kendini göstermeye devam ediyor”. Eski çiftlik arazisi, 2000’lerin gözde konut alanı, bugününse yeni finans merkezi olarak Ataşehir’de “bulunduğu fiziksel çevrenin en azından önümüzdeki on yıl boyunca inşa edilmeye devam edeceği gerçeğini sessizce kabul eden proje”lerinizin kurgusundan ve incelikli yaklaşımınızdan biraz bahsedebilir misiniz?

Ataşehir IX ve XI, aynı işveren için birbirini hemen takip eden bir zaman aralığında gerçekleştirdiğimiz satılmak ya da kiralanmak üzere tasarlanan iki ofis projesi. Ataşehir’in büyük konut projelerinin yarattığı yeknesak yapı, barındırdığı nüfusun talepleri ve bölgenin lojistik avantajlarından ötürü çeperinde farklı kullanımların da tetikleyicisi oluyor. Ataşehir’in daha kendiliğinden gelişen bölümünde bulunan ve bir anlamda kullanıcısı belli olmayan bu iki ofis yapısından ilki Ataşehir XI, olabildiğince çıplak bir yapı olarak kendisini var ediyor. Bu çıplaklık ya da açık seçiklik, sadece yapısal elemanlar için değil, aynı zamanda plan kurgusu için de anlamlı; zira plan şeması servis veren ve servis alan alanların birbirinden ayrıştığı net kullanımlarına ve tariflerine sahip bir iç düzenleme üzerine temelleniyor. Servis veren alanlar ile servis alan alanlar arasındaki geometri ve büyüklük farkı ise, ara alanların açık bahçeler halinde düzenlenmesine ve ikincil cephe sisteminin arkasında kurulan iç dünyanın zenginleşmesine olanak sağlıyor. Öte yandan, Ataşehir IX yapısının aynı genetik kodlara sahip olduğu ancak kullandığı cephe elemanları ile biraz daha farklılaştığı rahatlıkla söylenebilir.

Kamusallık üzerinden, konunun hem projesinin çıkış söylemi, hem de mimarlık çevrelerinde tartışma düzlemi teşkil ettiği Zorlu Center’a gelelim. Projeye, sürecine ve bugününe dair şu anki bakışınızı paylaşabilir misiniz?

Richard Rogers defalarca gerçekleştirdiği “Compact City” adlı sunuşunda genel kanının aksine kent çeperinde yer alan ekolojik donanımlı yapıların doğaya etkisinin, kent merkezinde yer alan binaların çoğundan daha tahripkar olduğundan bahsediyor. Kent merkezinin düşük yoğunluklu değil yüksek yoğunluklu olarak tasarlanması, kentin çeperlerinin giderek genişlemesinin önüne geçebilir. Bu aynı zamanda daha az kent içi ulaşım yolu, daha az fosil yakıt gideri, daha az araba demek. Dolayısıyla, epeydir İstanbul için telaffuz edilen yatay yerleşme modelinin şehir üzerinde ciddi tahribatları olduğunu ve olacağını kabul etmemiz lazım. Korkulması gereken bizzat yoğunluğun kendisi değil, yoğunluğun nasıl yönetildiği olmalıdır diye düşünüyorum. Zorlu Center benim için kentin yoğun olması gereken merkez bölgelerinden birinde yer alan karma kullanımlı bir projedir. İçerisinde yer alan performans sanatları merkezini de, tanım itibarıyla içe dönük olan yapısını gevşetmeye çalışan çarşısını da, açık alanlarını da, özellikle çocuklara yönelik kullanım alanlarını da önemsiyorum. Bulunduğu yere kendine has bir kamusal kullanım getirdiği rahatlıkla söylenebilir; bu kamusal kullanım kentin her kesimine engel teşkil etmeden açılabilecek niteliktedir. Öte yandan, bu kamusal kullanımın Beyoğlu’nun herhangi bir bölgesinden, sözgelimi İstiklal Caddesi’nden ziyade Nişantaşı’na, mesela Abdi İpekçi Caddesi’ne benzer bir yapıda olduğu da açıktır. Kentin her bölgesinin aynı yapıda olmasını ümit etmek kadar sosyal sınıflar arasında aşılamayacak engeller oluşturmamak ve farklı kesimlerin bir araya gelebileceği mekanlara imkan sağlamak da önemlidir. Bu anlamda çarşının, açık alanların ve Performans Sanatları Merkezi’nin gün geçtikçe daha fazla değerlendirileceğini düşünüyorum.

Zorlu Center bir yarışmanın ürünüydü; KPM de çokça gerçekleştirdiği yarışma projeleri ve bu projelerin ardından kazandığı ödüller ile biliniyor. Türkiye’de ve dünyada, yarışmaların ve ödül endüstrisinin mimarlık ve kent kültürüne mevcut etkisi üzerine ne düşünüyorsunuz?

Türkiye’de çok sınırlı bir etkisi olduğunu söylemeliyim; bunun çok önemli bir sebebi de mimari proje yarışmalarının sayısal olarak azlığı ve o az sayıdaki yarışmanın galibi projelerin de çok azının inşa edilmiş olmasıdır. Ödül endüstrisi bizim mimarlıkla ilgili dertlerimizin en hafif olanı diyebilirim. Çok önemsediğim bir konu da değil açıkçası, mimarlığın gündemi yaşadığımız şehirde o kadar az insanın ilgisini çekiyor ki, “ödüllü mimar” lafı da aslına bakarsanız kimseye bir şey ifade etmiyor. Kent kültürüne etkisini sorarsanız ödüllerin, neredeyse hiç yok diyebilirim. Bundan o kadar da şikayetçi değilim, zira çoğunun kerameti kendinden menkul. Aksine, ödüller fazlaca önemsenir olsaydı o zaman belki daha şikayetçi olabilirdim.

Küresel etkinliklerden bahsetmişken, Alejandro Aravena’nın yeni Venedik Mimarlık Bienali ve henüz açıklanan teması “Reporting from the Front” üzerine fikriyatınızı paylaşabilir misiniz? Bienal, sizce iddia ettiği gibi “mimarlığın ve mimarın verdiği savaşların” düşünülmesi ve yeni alanlar yaratılması için bir şans olabilecek mi?

Bienallerden ve dünya sergilerinden medet umulan bir çağ sanırım çoktan bitti. Venedik Mimarlık Bienali benim için iki yılda bir gerçekleşen heyecanlı bir buluşma; hatta itiraf edeyim, içindeki işlerin kendisi kadar ilgimi bir o kadar çeken şey de Giardini’de yer alan ve her seferinde yeni bir kılığa bürünen ülke pavyonlarının ta kendisi. Denilebilir ki bugün Venedik Mimarlık Bienali dahil bütün bienaller dönüştürücü bir etkisi olamayacak kadar sınırlı ve kanıksanmış etkinlikler. Sosyal medya bir tarafa, internetin en yaygınlaşmış ve en temel araçlarının, sözgelimi YouTube’un, Google Earth’ün, her türden açık kaynak platformunun ve acemisi olduğum binlerce yeni “şey”in karşısında bienallerin etkisi elbette sınırlı olacaktır. Bu sınırlı mecrada Aravena bize yeni bir dünya vadedecek mi, hep birlikte göreceğiz.

Çağdaş mimarlık sahnesinden kimi/neyi takdir ediyorsunuz?

Yaşıtlarımı daha az tanıyorum, izlediğim mimarlar hep savaş sonrası kuşağı. Bu belli ki bir zaaf, ancak yine de Renzo Piano, Richard Rogers, Rem Koolhaas, Álvaro Siza, Peter Zumthor, Luigi Snozzi, Jack Herzog, işlerini öğrenme hevesimi kaybetmediğim mimarlar.

Sona gelirken, hem konuşmanın, hem de hikayenizin başına değinirsek; 2010 yılında Chicago Athenaeum tarafından Avrupa'da 40 yaş altındaki en iyi 40 mimardan biri olarak gösterildiniz. Emre Arolat Architects’in (EAA) proje lideri, tasarım grubu sorumlusu ve firma ortağı iken ayrılarak 2011 yılında kendi ofisiniz KPM’yi kurdunuz. “Bugünün Türkiyesi’nde Mimarlık Tartışmak?” ile söyleşiyi açmıştık; bugünün Türkiyesi’nde başarılı bir mimar olarak, genç mimarlara ne söylemek istersiniz?

Açıkçası, onların bana ne söylemek istediği daha çok ilgimi çekiyor.

Ve son olarak, bugünlerde hangi projeler üzerine çalışıyorsunuz, yakın gelecekte ne göreceğiz?

Kemerburgaz’da ve İzmit’te inşaatı süren iki tane konut sitesi bugünlerde en çok gündemimizi işgal eden projeler. Ataşehir XI ofis yapısı büyük ölçüde tamamlanmıştı, hemen yanı başındaki Ataşehir IX ofis yapısı da neredeyse bitmek üzere. Kemerburgaz’da da düşük yoğunluklu bir konut sitesi üzerinde çalışıyoruz. Ayrıca Çubuklu’da yine bir konut yapısı gündemimizdeki en sıcak konulardan bir tanesi.

XOXO The Mag izniyle yayınlanmıştır.

XOXO The Mag Sonbahar/Kış 2015-2016

#KeremPiker #mimarlık #röportaj


Sayfanın Başına Dön