SERKAN TAYCAN İLE KENTE DOĞRU
SERKAN TAYCAN İLE KENTE DOĞRU
SERKAN TAYCAN İLE KENTE DOĞRU
SERKAN TAYCAN İLE KENTE DOĞRU
SERKAN TAYCAN İLE KENTE DOĞRU
SERKAN TAYCAN İLE KENTE DOĞRU
SERKAN TAYCAN İLE KENTE DOĞRU
SERKAN TAYCAN İLE KENTE DOĞRU
SERKAN TAYCAN İLE KENTE DOĞRU
SERKAN TAYCAN İLE KENTE DOĞRU
SERKAN TAYCAN İLE KENTE DOĞRU
SERKAN TAYCAN İLE KENTE DOĞRU
SERKAN TAYCAN İLE KENTE DOĞRU
SERKAN TAYCAN İLE KENTE DOĞRU

SERKAN TAYCAN İLE KENTE DOĞRU

TASARIM   25.10.2021

‘İki Deniz Arası’ 2013 yılında başlayan bir proje olmasına rağmen, Kuzey Kent Ormanları ve Kanal İstanbul projesiyle ilgili tartışmalar bu araştırmanın kapsamını çok güncel bir yere yerleştirdi diyebilir miyiz?

‘İki Deniz Arası’yı, daha önce detaylı olarak paylaştığım, taşradan kent çeperine, oradan kent meydanlarına geldikten sonra, serginin gelip düğümlendiği nokta olarak tarif edebilirim. 2013 yılında, Gezi’den dört-beş ay sonra, onun yarattığı haleti ruhiyeye, sosyal ve politik atmosfere cevap vermek için, o zamanlar kentin çeperlerindeki dönüşümü anlamak için araştırmalar yaptığım ‘Kabuk’ fotoğraf serisinin sonuçlarından oluşuyor. ‘Kabuk’ çalışmasında yaptığım haritalandırma çalışmasının bir temsil olduğuna ve bunun bedensel tecrübeye nasıl dönüştürülebileceğine, fiziksel olarak bu mekânların nasıl ziyaret edilebileceğine ve bu tecrübenin nasıl çoğaltılabileceğine ne kafa yorarken yürüyüş rotalarıyla ilgilenmeye başladım.

Yürümek, iki ayak üzerine kalkarak farklı şekilde dünyayla iletişim kurması imkân vermesiyle, bireyin bedensel gelişimi sırasındaki belki de en önemli aşamalardan bir tanesi. Bu aynı zamanda aslında insanoğlunun evrim basamaklarının belki de en önemli aşaması. Çünkü dört ayak üzerinde gördüğümüz açıyla iki ayak üzerinde yükselerek gördüğümüz açı farklı. Bu bizi çevreye, çevrenin potansiyeline ve çevreden gelecek tehlikelere karşı farklı ve avantajlı bir duruma getiriyor. Ayrıca tarihsel olarak hac yolculuklarından göçlere kadar insanoğlunun daha aletler bulunmadan önceki en önemli ulaşım aracı. Modern dünyaya gelecek olursak hak arama mücadelelerinin en önemli motifi. Gandhi'nin tuz yürüyüşünden Mao'nun büyük yürüyüşüne kadar dünyadaki birçok büyük ulusun şekillenmesinde yürüyüşün pasif direniş metodu olarak kullanılmasının çok önemli rolü var. Yakın tarihimizde de siyahi hareketin veya kadın mücadelesinin önemli eylem biçimlerinden bir tanesi. Dolayısıyla bir ayağın arkasına diğerini atmak olarak da tariflediğimiz bu basit eylem aslında hem politik, hem bedensel olarak, dünyanın tarihini değiştirebilecek potansiyele sahip. Nietsche’den Russell’a pek çok felsefeci için yürüme düşünme eyleminin ayrılmaz bir parçası. Tüm bunların yansıra, yürümek hakkında yazılmış çok ciddi bir literatür de var. Yürüyüş rotaları da bir coğrafyayı derinlemesine tanımanın, tecrübe etmenin, doğayla bütünleşmenin, modern kent hayatında oraya sıkışmış bireylerin doğayla bütünleşmesinin en önemli ve verimli araçlarından bir tanesi.

Ben de tüm bu kavramlar ışığında tekrar İstanbul çeperlerinde, sınırlarında dolaşan bir yürüyüş rotası hazırlamaya karar verdim. Böylece çeperlerde araştırmalar, uzun yürüyüşler yapmaya başladım. Sonuçta uzun yürüyüş rotaları çıkardım. Tam o sırada, 2011 yılında açıklanan ve hepimizin ‘çılgın proje’ olarak bildiğimiz, 2018 yılına kadar nereden geçeceği belli olmayan, İstanbul’un ve bölgenin ekolojik ve sosyal hayatını derinden etkileyecek olan Kanal İstanbul'un rotasını fark etmiş oldum. Haritada Marmara veya Karadeniz arasında açılacak bir rota, bir su yolu ‘olsa olsa nerede olur’ diye bakarken, bir taraftan da bütün bu tahribat gerçekleşmeden önce bir şiirsel karşı koyuş olarak kanalın muhtemel rotalarından birinin bir yürüyüş rotasına çevrilmesi sorusunu ortaya attım. 2013’te Gezi’den hemen sonra İstanbul Bienali’ne bunu teklif ettim ve kabul edildi. Hızlıca o alanda tekrar yürüyüşler yaparak ‘İki Deniz Arası’ rotasını oluşturdum.

‘İki Deniz Arası’ altmış iki kilometre uzunluğunda. Karadeniz'den Marmara'ya, kentin çeperinden, sulak alanlardan, köylerden, tarım arazilerinden, toplu konutlardan, gecekondu bölgelerinden geçerek Küçükçekmece’de bir alt merkez bölgesine ulaşıyor ve oradan sonra Marmara'da sonlanıyor. Her bir etabı bir köyde yani bir yerleşim yerinde başlayıp biten, dolayısıyla toplu taşımayla ulaşılabilen dört parçadan oluşuyor. Bu işaretlenmiş rota üzerinde yürüyüşler 2013’ten beri devam ediyor. Bugüne kadar hem Türkiye'den hem yurt dışından gruplar ve bağımsız yürüyüşçüler dahil olmak üzere yaklaşık 2.000 kişinin yürüdüğünü tahmin ediyorum. Aynı zamanda birçok eğitim ve araştırma kurumu da bunu bir araştırma faaliyeti olarak görerek yürüdü. Bunların içerisinde Türkiye’den üniversitelerin yansıra Harvard Üniversitesi Mimarlık Bölümü, Norveç'te Bergen Mimarlık Okulu gibi tasarım ve şehircilik okullarından birçok grup yer aldı. Bu ekipler alanda geziler yaparak İstanbul'un kentleşmesini anlamak ve özümseyebilmek için bir veya birkaç günlük yürüyüşler gerçekleştirdi. Bu yürüyüşlerin sonucunda insanların ürettiklerinden oluşan fotoğraf, ses ve video arşivlerini toparladık, hala da devam ediyoruz.

Müze Gazhane'deki sergide kısa bir film şeklinde 120 civarı yürüyüşçüden toparlanan malzemelerden oluşan bir sunum da var. Dolayısıyla aslında ‘İki Deniz Arası’ hem bu tarafıyla hem de artık Türkiye Kültür Rotaları Derneği'ne üye olması nedeniyle önemli. Likya Yolu gibi yasal statüye kavuşması ve böylelikle dolaylı yoldan Avrupa Birliği kültür rotaları ağının da bir noktası olması nedeniyle artık kamusal bir anlam kazanmış durumda. Bu kamusallık beraberinde bir kültür varlığı statüsü de getiriyor ve bu sayede artık korunması gereken bir değere dönüşüyor.

‘İki Deniz Arası’ ayrıca yapılan sergilerle, daha az sonra Atlas dergisinin eki olarak da dağıtılan, aynı zamanda insanların kitapçılardan edinebildiği haritayla dolaşıma da girmiş oldu. Dolayısıyla bir kültürel varlık olarak artık anonimleşmeye de başladı. Yani sanat üretiminden çıkıp aslında bir kültürel üretime dönüştü. İnsanlar tarafından İstanbul dışında bir yürüyüş rotası olarak değerlendirilebiliyor. Bu da işin benim için en keyifli yanlarından biri.

‘İki Deniz Arası’yı bundan sonra ne bekliyor?

Bu söylem biraz iddialı ve naif gelebilir ama, ‘İki Deniz Arası’ ile Kanal arasında aslında bir varoluş karşıtlığı var. ‘İki Deniz Arası’nın rotası oluştuğunda, Kanal’ın nereden geçeceği belli değildi. Dolayısıyla aslında ‘İki Deniz Arasında’ Kanal’dan daha önce orada vardı. Ancak birinin varlığı diğerinin var oluşunu engelliyor. Kanal olursa ‘İki Deniz Arası’nda bir kültür varlığı olarak kaybolacak, ‘İki Deniz Arası’ bir kültür varlığı olarak yaşamına devam ederse, Kanal yapılamayacak. Bu ikisi hacim ve büyüklük olarak birbiriyle karşılaştırılamayacak kadar farklı kavramlar olarak canlansa da, bu düzlemde aslında birbirine karşıt iki mevzuu olarak karşımıza çıkıyor. Bu da aslında bütün iki deniz arasından çıkan o şiirsel ve direniş jestinin arkasında yatan asıl hikâye. Jestin kendisi aslında bu karşıtlık durumu. Ben eminim ki ‘İki Deniz Arası’nda fikri, ekolojiye, kentin çeperindeki hayata değer veren başka bir şehirde gerçekleşseydi şu ana kadar çoktan dikkate alınmış, işaretlenmiş ve kitleleri artık mal olmuş bir şeye dönüşürdü. Umarım gelecekte böyle olur….

Diğer yandan insanlar ‘İki Deniz Arası’nın söyleminde, rotasında, rehber ve haritada yer alan detaylı kentsel coğrafi perspektif bağlanımda ‘kanal’ sözü hiç geçmez, çünkğ mevzusu kanal değil.. Daha geniş bir yelpazeden bakmaya çalışıyor. Bir coğrafyanın nasıl değiştiğine, kent çevresindeki ekolojinin nasıl dönüştüğüne, kanal olsun olmasın ve bu alana nasıl sahip çıkılması gerektiğine dair bir perspektifte yaklaşmaya çalışıyor. Ve de Kanal özelinde de yine bir taraf olmadan, yaratacağı tahribatı ve etkiyi insanların kendi kendisine deneyimlemesi ve kendi kararlarını vermesine yol açıyor. Böyle bir coğrafyada yürüdüğünüzde ister istemez doğanın tarafında olmak zorunda kalıyorsunuz ve pozisyonunuz da ortaya çıkıyor.

Dolayısıyla ‘İki Deniz Arası’ aslında iyiyi, kötüyü, doğruyu, yanlışı gösteren bir şey iddiasında kesinlikle değil. Buna gerek de yok. Sadece kolaylaştırıcı bir pozisyona sahip. Yani bu deneyimi insanların yaşayabileceği, kendi kararını vereceği ve tartışabilecekleri bir alan açmak mesele. O nedenle de bilgi üretim platformu oluşturmaya çalışan bir tavra sahip. Ve etkisi de bu.

Son yıllarda iklim krizi, çevre sorunları ve çeşitli doğa olayları pek çoğumuza çevremizle, yaşadığımız coğrafyayla, habitatla ilgili daha derin ve kapsamlı bir düşünme gerektiğine dair bir farkındalık kazandırdı. Ancak bu farkındalık sonrasında bir aksiyon kararlılığına ihtiyaç duyuyor. Tüm bunlar ise bilmenin ötesinde, tanımak, yaşamak, paylaşmak ve sorumluluk almakla ilgili. Böyle düşününce sence ne durumdayız? Kentleşme çalışmaları bu bağlamda nasıl bir yere oturuyor?

Aslında sen gayet iyi özetledin. Bedensel olarak tecrübe etmek sorumluluk hissiyatını artırıyor. Çünkü artık bir rapor olmaktan çıkıp, hissettiğin, kokladığın, yürüdüğün, işittiğin bir şeye dönüşüyor. Dolayısıyla insan hem fikirsel hem duygusal olarak sorumluluk duyuyor. ‘İki Deniz Arası’nda yapmak istediğim tam da bundan ibaretti; bunun için aracı olmak… Ayrıca bir taraf olmak değil mesele, ki illa olunacaksa ekoloji tarafında olunur.

Peki bu perspektiften bakınca sence nasıl bir ilerleme kaydediyoruz, ne durumdayız?

Ekoloji meseleleri ve kültürel miras gittikçe daha da önemli kazanmaya başlıyor.

Ancak bu alanda mesafe kat edilmesi için daha radikal ve neredeyse bütün medeniyet algımızı baştan sona gözden geçirmemizi gereken bir durum söz konusu. Şu anda yaşadığımız ve insanoğlunun ortaya çıkardığı medeniyet sonu gelmez bir büyüme ve sermaye odaklı. İçinde yaşadığımız iklim krizinin ve ekolojik tahribatın baştan aşağı önüne geçmek mümkün değil. Bu ciddi bir algı dönüşümü gerektiriyor. Bu açıdan pek de iyi durumda değiliz. Hatta medya açısından son derece kötü durumdayız. Asıl bu algıyı yaratacak ve bilgiyi dolaştıracak kurum olan medya bütün bu sermaye ve büyüme odaklı medeniyetin elinde olduğu için olan bitenden haberimiz olmadığı gibi, buna karşı sorumluluğumuz ve karşı koyuşumuz medya kanallarında yeterince yer bulamıyor. Doğru bilgi akışı sağlayamıyor. Bence bu işin en önemli kısmı gibi görünüyor

Kent kırsal arasındaki hareketliliğe gelirsek, bu hareketlilik hep vardı ama son dönemde ters yönde olduğunu gözlemliyoruz. Kentten yorulup, kaçıp yakınında ama daha doğanın içinde yerlere doğru kayıyoruz. Bunların hareketliliğin bir bölümü bireysel tercihlerin ötesinde bir zorunluluk da içeriyor elbette. Peki senin bu iki habitatın geleceğiyle ilgili bir öngörün var mı? Çok uzun yıllar kırsalın kente getirdikleri çok tartışıldı, hala da tartışılıyor ama bu sefer kentin o tarafa ne götürdüğü tartışılabilir mi acaba?

Toplam algı değişmesine ihtiyaç var bana kalırsa. Sürekli ve kesintisiz bir büyümenin odağındaki algı söz konusu olduğunda nerede olduğunuz çok da önemli değil. Kritik olan böyle bir algının var olması. Dolayısıyla ister kentte olun ister aynı algıyla buradan kırsala gidin sürekli büyümek istiyorsanız değişen hiçbir şey yok bana kalırsa. Çünkü kent kıra, kır kente dönüşecek. Bir süre sonra o kır-taşra-kırsal dediğimiz noktalar da kente dönüşmek zorunda kalacak. Önemli olan biraz önce bahsetmeye çalıştığım o büyüme odaklı algının toptan değişmesi. Şayet kırsalda büyüme odaklı hareket edilmiyorsa ne ala…Ama öyle hareket ediliyorsa tekrar aynı senaryo ve aynı son bizi bekliyor. Yani aynı film baştan sarılmış oluyor. Sadece set değişiyor.

Konuşmamızın başlarında Gazhane yapısının çalışmalarının çok eski dönemlerinde yer aldığını konuştuk. 'Kente Doğru' sergisinin, uzun yıllar süren bir çabanın sonucu olarak kentin kültür üretimine kazandırılan ve İstanbul'un önemli endüstriyel yapılarından biri olan Müze Gazhane'nin açılış sergisi olmasının nasıl bir bağlamı ve anlamı var?

Birincisi altı yüz metrekarelik bir alana yayılan ve on dört yıllık bir çalışmanın ürünü olan bu sergi, kapsamına oranla kısa bir dönemde üretildi. Bu kadar kısa dönemde üretilme cesaretinin arkasındaki motivasyon tam da bu…

İstanbul Büyükşehir Büyükşehir Belediyesi pandemi sürecindeki problemler nedeniyle kısa bir süre önce bana ulaştı. Mekânın hafızasını ve bütün oradaki mücadeleyi bildiğim için, mekânın kendi karakterinden ve de yüksek potansiyelli bir sergi alanı olmasından ötürü benim için çok uygundu. Böyle uzun süreye yayılan bir çalışmayı ancak bu kadar büyük bir mekânda gösterebilirdim ve bu İstanbul'da gösterebileceğim en iyi yer oldu. Bütün bunların toplamı ve en önemlisi kamusallığı nedeniyle serginin Müze Gazhane’de olması çok yerinde oldu.

Serginin dokunduğu mevzular da kamusallık ve hak arayışı temelinde olduğu için, bunun kamusal kaynaklarla gerçekleştirilmesini çok önemli buluyorum. Kamuya açık bir mekânda ücretsiz olarak erişilmesi son derece kritik. Bu nedenlerden ötürü de benim için çok değerli. Kadıköy’de olması da sevindirici. Çevrede yaşayan önemli bir nüfusun erişimi için de önemli. Umarım bu mekân hak ettiği ve potansiyelini gerçekleştirebileceği şekilde bir yönetilir ve uluslararası anlamda bu boyuttaki kamusal projelere ev sahipliği yapar.

Bahar Turkay

#Röportaj #SerkanTaycan #KenteDoğru #MüzeGazhane #vbenzeri


Sayfanın Başına Dön