NESNELERLE İLİŞKİMİZ VE ÇEVRE FARKINDALIĞI ÜZERİNE
NESNELERLE İLİŞKİMİZ VE ÇEVRE FARKINDALIĞI ÜZERİNE

NESNELERLE İLİŞKİMİZ VE ÇEVRE FARKINDALIĞI ÜZERİNE

KONUK YAZAR   14.03.2021

“‘Daha azla daha çok’ üretme takıntısı da ne?… Sanki ürettiğimiz her şey iyiymiş gibi… ‘Daha azla daha az’a ne dersiniz? Küresel kaynakları tüketmeyi bırakın.”

“Endüstriyel Tasarım ürünle başlamaz ve ürünle bitmez.”

“Tasarımcıların endüstriyel ölçekte karar alma süreçlerini demokratikleştirmek adına çevre sorunları, kendi faaliyetlerinin hedefleri, alternatif planları ve bunların alternatif etkileri hakkında yurttaşları bilgilendirmesi gerekli…”

Bugün tasarım üzerine herhangi bir dergi, panel ya da sergide bu gibi ifadelere rastlamak şaşırtıcı olmayacaktır. Tüm bu ibareler bundan 50 yıl önce, 1970 yılında, Finlandiyalı tasarım öğrencileri tarafından düzenlenen bir seminer posterinde yer alıyor.(1)

Üstelik bu seminer, dönemin tasarımın toplumsal ve çevresel sorumluluklarının tartışıldığı etkinliklerinden sadece biri. İnsan düşünmeden edemiyor, neden bugün hala aynı şeyleri konuşuyoruz ve ne kadar yol kat ettik? 

Mart 2020’de pandemi ilanı ve akabinde gelen tedbir ve kısıtlamalar ile birlikte çevremizle ilişkimiz dramatik bir biçimde değişti. Zaman, mekân ve gündelik hayata dair mutlak kabul ettiğimiz birtakım düzenleri, kabulleri, alışkanlıkları yeniden gözden geçirmemiz gerekti. Bu değişim, çevremizle kurduğumuz bağı zedelemekten çok, çevremizle ilgili farkındalığımızı kuvvetlendirdi. Evlerimiz üzerine, kentsel açık ve yeşil alanlar üzerine etraflıca düşünmeye başladık. Dışarıya çıkabildiğimiz ve çıkamadığımız her anın, dokunduğumuz ve dokunamadığımız her yüzeyin farkında olmak bizi çevremize daha yakın kıldı. Bazılarımız bu değişimin iyileştirici olabileceğine dair ümitlendi. Öyle ki internette biz evlerimizdeyken doğanın kendini yenilediğine dair izler görmeye başladık ve gerçek olup olmadığını bile sorgulamadan heyecanlandık.

Kimimiz yavaş tüketmeye, eski kuşakların bazı alışkanlıklarına dönmeye başladı. Evde üretmeye başladık yeniden. Kendi ekmeğimizi, yoğurdumuzu yaptık. Maskelerimizi diktik, saçlarımızı kendimiz kestik. Gerektiğinde eşyalarımızı ve giysilerimizi onardık. Tıpkı eskiden olduğu gibi evden dışarıya yemek taşıdık, sefer tası kullandık. İşlerimizi biraz olsun dışarıya az bağımlı hallettik. Hiç değilse en basit ihtiyaçlar için bile dışarıya ne denli bağımlı olduğumuzu fark etmiş olduk. Halbuki ihtiyaçlarımızı evde-elde olanla çözmek ne kadar da içgüdüsel. Her şeye hazır erişir hale geldikçe kaybettiğimiz bu güdüyü yeniden keşfettik.

Bir yandansa internetten alışveriş yapmaya başladık. Mağazaların iade süreleri bir aydan üç aya kadar çıktı. En küçük market, hatta bir bardak kahve bile kapıya gelmeye başladı. Yeter ki tüketelim. Kimimiz marketten eve gelen her ürünü tek tek dezenfekte etti, bir market alışverişinin sonunda evimize ne kadar ambalaj atık girdiğini belki de ilk kez fark etti. Su tüketimi, çevreye bıraktığımız atıklar kendini katladı. Sokaklar ve denizler maskelerle doldu. Toplu taşıma kullanmaktan kaçındık, bireysel araçlara ve taksilere yöneldik.

Bu ikili sürecin olumlu taraflarından hayatımızda kalmaya devam eden alışkanlıklar olmaz mı? Bu soruya net bir yanıt veremiyorum. İyimser yanım bu dönemin çevre farkındalığımıza derinden etki etmiş olabileceğini düşünüyor; çünkü küresel olarak ilk elden somut bir kriz anını yaşadık. Bu, yıllardır farkında olduğumuz ancak tehdidini doğrudan hissedemediğimiz ya da gündelik hayatımız üzerindeki yansımalarını henüz göremediğimiz iklim krizinden biraz daha farklıydı. Üstelik bu farkındalığı yaymak ve faydalı eylemlere dökmeyi kolaylaştırmak adına 50 yıl öncesinde aynı konuma erişildiğinde olmayan şeyler var elimizde: yeni nesil kitle iletişim araçları, sosyal medya, bilimsel bilgiye açık erişim… Daha eleştirel olan yanım ise pandemiyle edindiğimiz alışkanlıklarımızın yalnızca olağanüstü bir halin ve mekânsal kısıtlamaların kısa vadeli bir getirisi olduğunu, mecbur kalmadıkça alışkanlıklarımızı değiştirmeyeceğimizi, kolay ve hazır olanı seçmeye meyilli olduğumuzu düşünüyor.

Pandemi, yeni alışkanlıklar edinmek adına uygun bir dönemdi çünkü gündelik hayatın farklı alanlarına aynı anda tezahür eden bir dizi değişimin içindeydik. Nesneler ve tüketimle ilişkimizin bağımsız olarak değişmesi pek olası değil; çalışma hayatımıza, kent planlamasına, sosyal politikalara dair daha bütüncül değişikliklere ihtiyacımız var. Bu dönemde evde kendi ekmeğini yapmaya başlamış birini düşünelim. Her şey eski haline döndüğünde, haftanın beş günü günde sekiz-dokuz saat çalışıp üzerine en az bir saat trafikte vakit kaybeden birinin, ekmek yapmak bir yana, akşam yemeği pişiriyor olması bile takdire değer sayılabilir. Öte yandan, büyük endüstriyel şirketler, devletler, karar alıcılar değişmek için elle tutulur bir çaba sarf etmiyorken, bu sorumluluğu bireylere tahsis etmek ve onlardan alışkanlıklarında köklü değişiklikler yapmalarını beklemek ne kadar adil?(2)

Peki ya tasarımcılar ne yapmalı? Bu soruya vereceğim yanıt 1970’deki tasarım seminerinin ortaya attığından çok da farklı değil. Tasarımın ürünle başlayıp ürünle bitmediğini kavramalıyız; tüketicileri kendi faaliyetlerimizin süreçleri ve sonuçları, kullandıkları ürünleri meydana getiren her bir parçanın nereden geldiği, hangi ülkenin kaynaklarını kullandığı, ürünlerin onlara ulaştığı tedarik zincirinin kapsamı hakkında bilgilendirmeliyiz; yeşil politikaları desteklemeliyiz. Dünya üzerindeki erişim mesafemiz sınırsızmış gibi saymayıp, bu mesafe sınırlıymış gibi, her an pandemi varmış gibi, bir kriz anındaymış gibi kabul etmeli ve bu doğrultuda tasarlamalıyız.

Nur Horsanalı

Savola, Kaisu. “Design’s Decade of Self-Criticism.” HIAP, 2020.

#NurHorasanlı #Tasarım #pandemi #İnovasyon


Sayfanın Başına Dön