İNŞAYA KARŞI GELEN MİMARİ: PAULO TAVARES
İNŞAYA KARŞI GELEN MİMARİ: PAULO TAVARES
İNŞAYA KARŞI GELEN MİMARİ: PAULO TAVARES
İNŞAYA KARŞI GELEN MİMARİ: PAULO TAVARES
İNŞAYA KARŞI GELEN MİMARİ: PAULO TAVARES
İNŞAYA KARŞI GELEN MİMARİ: PAULO TAVARES
İNŞAYA KARŞI GELEN MİMARİ: PAULO TAVARES
İNŞAYA KARŞI GELEN MİMARİ: PAULO TAVARES
İNŞAYA KARŞI GELEN MİMARİ: PAULO TAVARES
İNŞAYA KARŞI GELEN MİMARİ: PAULO TAVARES

İNŞAYA KARŞI GELEN MİMARİ: PAULO TAVARES

MİMARİ   10.10.2020

Mimarlık, inşa etmekle sınırlı değil. Hatta günümüzde inşa etmeye karşı bir mimarlıktan da bahsediyoruz. Aynı zamanda içinde bulunduğumuz dönem sosyal, ekonomik politik ve çevresel anlamda herkes gibi mimarın da aldığı pozisyonun kritik hale geldiği koşulları önümüze seriyor. Brezilyalı mimar Paulo Tavares’in aldığı pozisyon çok net, cesur, sert ve bizden. Yani, canlı türlerinden yana...

Geçtiğimiz hafta Cenevre’de bir konuşma gerçekleştirdin. Nasıl geçti?

Center for Photography Geneva tarafından gerçekleştirilen ‘One Thousand Ecologies’ başlıklı sergide ‘Trees, Vines, Palms and Other Architectural Monuments’ başlıklı projem yer alıyor, konuşma bununla ilgiliydi. Aynı zamanda ‘Des-Habitat’ başlıklı, güncel başka bir projemi de kapsıyordu. Tepkiler çok enteresan ve olumlu oldu. İlgi çekici bir tartışma olduğunu söyleyebilirim.

'Des Habitat', 'Forest Law', 'Non Human Rights', 'In the Forest Ruins' gibi güncel projelerin üzerinden, çalışmaların aracılığıyla ortaya koyduğun manifesto nedir?

Çalışmalarım kapsamında, mimarlığın sömürgecilik ve sömürgeci şiddet için farklı biçimlerde nasıl bir araç haline geldiği ve sosyal ilişkilere ne şekilde aracılık ettiği konularıyla ilgileniyorum. Mimarlığa ilişkin bu şekilde bir okuma yapmak, hem toplulukları, hem sömürgeleştirilmiş bedenleri ve aynı zamanda da yeryüzünün bedeni olarak tarif edebileceğimiz doğayı işaret ediyor.

Bu projelerde ilgilendiğin sosyopolitik ve çevresel meseleler bağlamında açıkça sormak istiyoruz; durum ne kadar kötü?

Bildiğiniz ve güncel tartışmalardan hepimizin takip ettiği üzere, küresel çevre ve iklimle ilgili meselelerde oldukça kötü durumdayız. Özellikle Güney Amerika’da kendi yürüttüğüm iş üzerinden cevap verecek olursam; yeni meydana gelen ve çok büyük bir alana yayılan yangınlar bize, faşist arzulara sahip aşırı sağın yükselişini ve bunun, sahip oldukları kalkınma idealleri yüzünden, toplumun demokratik ilkeleri, doğa ve çevre üzerinde nasıl doğrudan bir etki yarattığını gösterdi. Özellikle Brezilya’da konu oldukça dramatik... Bu noktada içinde bulunduğumuz durumun yalnızca çevreyi ve doğayı değil, ilk önce ve en çok da doğayı ve doğa haklarını korunup savunmaya çalışan insanları etkilediğini söylemeliyim. Dolayısıyla hepimizin tanık olduğu çevresel bozulma biçimleri, aynı zamanda doğa savunucularına karşı yürütülen politik şiddetin çeşitli formları olarak da görülmeli.

Üzerine çalıştığın konular dikkate alındığında, dünyanın başka bir yerine kıyasla, Brezilya’da yaşamak mesleki anlamda seni nasıl geliştiriyor?

Hayatım boyunca farklı ülkelerde ve hatta kıtalarda bulundum. Avrupa’nın farklı bölgelerinde, Güney ve Kuzey Amerika’nın çeşitli kentlerinde yaşadım. İçinde bulunduğunuz bağlam ve bu bağlamın içinde işgal ettiğiniz konum, politik, ekonomik ve sosyal konulardaki perspektifiniz için çok önemli. Bu anlamda, güneyde olmanın, işimi nasıl ürettiğim, onu yapış şeklim, yazdıklarım ve tüm bunları görselleştirme stilim üzerinde çok etkisi olduğunu söyleyebilirim. Diğer yandan güney her yerde…

Neye karşı çok tutkulusun?

Sanırım mimarlık.

Bu yıl ‘…And Other Such Stories’ başlığıyla gerçekleşen Chicago Mimarlık Bienali’nin eş küratörlüğünü üstlendin. Bienal’in kavramsal çerçevesinden bahseder misin?

2019 Chicago Mimarlık Bienali, Yesomi Umolu’nun artistik direktörlüğünde, ben ve Sepake Angiama küratörlüğünde gerçekleşiyor. Yaklaşımımız, küratöryel projeleri, araştırma temelli bir süreç çerçevesinde ele almayı denemek üzerine kuruluydu. Dolayısıyla küratöryel çerçeveyi ve soruyu dışarıdan tanımlamak ve bu konsepte yanıt verecek uygulayıcılar aramak yerine, aşağıdan yukarı bir yol izlemeye karar verdik. Bunu yapmak için de, belirli kentlerde öne çıkan sorular üzerine, o kentlerdeki kolektiflerle, sosyal hareketlerle ve inisiyatiflerle, mimarlarla, kent planlamacıları ve sanatçılarla konuşarak, yerel ölçekte ne gibi sorunlarla uğraştıklarını, güncel kent sorunlarına karşılık ne gibi önermeler ortaya koyduklarını araştırdık. Bu soruların kentlerle ya da daha geniş anlamda bölgelerle ve ekolojiyle ne şekilde ilişki kurduğuna ve yerel sorunlar olmalarına rağmen nasıl küresel olarak yankılandıklarına baktık. Farklı bölgelere çeşitli araştırma gezileri düzenledik. Bunlardan biri Sao Paulo, diğeri Johannesburg, bir diğeri Vancouver’dı. Elbette tüm bu çalışmaların bir araya geleceği yer olarak Chicago’da da çokça vakit geçirdik. Bu araştırma gezilerinde gezegenin içinde bulunduğu güncel kentsel durumu ortaya koymak anlamında aydınlatıcı olacağına inandığımız sorular hazırladık. Bu çerçeve, hafıza ve mimari yoluyla sivil katılım üzerine sorulardan oluşuyordu. Aynı zamanda mülkiyet hakkı, doğayla iç içe olmanın en anlamlı biçimleri, içinde bulunulan çevresel krizle ilgili neler yapabilecekleriyle ilgili sorular da vardı. Baktığımız şey, kentlerin oluşumunda, bir tür dayanışma ve sosyal katılım alanı tanımlayabilecek ortak iş birliği biçimleriydi. Sıraladığım kentleri, küratöryel çerçeveyi tanımlamak üzere belirgin sebeplerle seçmiş olsak dahi, Bienal’in özellikle belli bir kenti ya da kentleri konu almadığını belirtmek bu noktada önemli. Bu bölgeler hayli yerel ve köklenmiş olmakla birlikte, diğer coğrafyalarla ilişki içinde olmalarından ötürü, kentsel anlamda güncel koşulları ve sorunları bu kentlerde incelemenin anlamlı olduğunu düşündük.

Bienaller konusunda bir hayli tecrübelisin. Mimarlık ve diğer sosyal alanlar arasındaki ilişki bağlamında, mesleki ve kamusal ölçekte söylem üretmek adına bu etkinlikler nasıl bir katkı sağlıyor sence?

Elbette mimarlık tarihi boyunca gerçekleşen sergiler ve bienaller, mesleğin kendisi ve meslek etrafında üretilen söylem için alan yaratmak anlamında her zaman önemli oldu. Mimarlık mesleğine ve söylemine yön vermiş olan pek çok sergi sayılabilir. Günümüze baktığımızdaysa, dünya etrafında mimarlık bienallerinde ciddi bir çoğalma görüyoruz. Son üç haftada Lizbon, Şikago, Sao Paulo ve Oslo bienallerinin açılışları oldu. Önümüzde Sharja Bienali var… Bunu belki de, daha iyi bir formata yönelik bir cevap olarak da görebiliriz tabii... Ancak benim asıl üzerinden durmak istediğim şu; mimari söylemin bienalleşmesi olarak adlandırabileceğimiz bu fenomen, kendi sorularını yaratıyor. Örneğin; bu tip etkinlikler ve katılımlar halen geçerliliğini koruyor mu ya da yalnızca bir kültürel üretim kalıbını yeniden üretmeye mi yarıyorlar? Yoksa bu etkinliklerin asıl gücü mimarlık söylemini kentlerle ve kentsel koşullarla çok daha ilişkili ve sonuç odaklı bir hale getirmek noktasında mı kendini gösteriyor? Gibi sorular geliyor akla...

Oslo Mimarlık Trienali’nin bu yılki başlığı ‘Enough…The Architecture of Degrowth’. Küçülmenin mimarisini konuşurken odak noktalardan biri elbette, inşa etmemenin alternatif yöntemleriydi. Küresel anlamda, bazı mimarların inşa etme fikrinden uzaklaştıkları söylenebilir mi?

Hileli bir soru... Mimarlık en başından beri birçok farklı yoldan daima eylem sorusuyla ve inşa eylemine ev sahipliği yapacak platform inşasıyla ilişkili oldu. Kentin içindeki çeşitli maruz kalmalarımızın küresel ölçekte bu kadar büyük bir şekilde yaşanması, gezegenin küresel ekolojisi üzerinde bariz bir etki yarattı. Bu anlamda mimarların, neden bu mesleğin yalnızca inşa etme eylemiyle ilgili olmadığı ya da olmaması gerektiği, bundan ziyade daha geniş bir eylem, süreç ve ağ kümesiyle ilgili olduğu fikrine yakın olduklarını anlayabiliyorum. Bunu bir kenara koyarsak, inşa etmeme üzerine yapılan bir uygulamanın daha az tasarım anlamına geleceğini düşünmüyorum. İklim krizi ve gezegenin çevresel sorunlarını gündeme getirmek istiyorsak, bugüne kadarki ayak izimizi tüm dünyaya yayabilecek ve açıklayabilecek bir mimari bağlantı biçimi icat etmeliyiz. Ancak bu uygulama biçimi, daha fazla mimari bilgi ve daha fazla mimari düşünce ve daha fazla tasarım gerektirir.

Tüm bu bahsettiklerimizle ilgili dünya genelinde son zamanlarda ciddi bir farkındalık söz konusu. Tüm bunlar insanda bir çıkış yolu bulma veya hayatta kalma konusunda aciliyet duygusu uyandırıyor. Sen bu tartışmalar kapsamında kişisel pozisyonunu nasıl tarif edersin? Gelecek için ne hayal ediyorsun?

Hayatta kalma mücadelesi verdiğimizi düşünmeme eğiliminde olduğumu sanmıyorum. Burada asıl konu ‘biz’ meselesi. Belli bir yüzdenin hayatta kalmak için savaşmak zorunda kalmayacağı aşikar. Bir grup insan, yaklaşan iklim felaketi için kendilerini şimdiden hazırlıyorlar. Bize sunulan gelecek, yeni iklim ve çevresel koşulların, coğrafi sınırları sınıf, ırk ve ayrıcalıklar anlamında yeniden şekillendireceği bir gelecek. İklim koşulları ve çevresel felaket riski bir tür imtiyaz ya da ayrıcalık sorunu olarak belirecek. Piramidin tepesindekilerin iklim değişikliğine maruz kalma riski daha az olurken, daha altlarda olanlar çevresel krizlerin sonuçlarını en fazla yüklenenler olacak. Bu işaret etmemiz gereken bir gerçeklik. ‘Biz’ derken, yalnızca insan ırkı anlamında düşünmemeliyiz. Meseleye eşitsizlikler kümesi ve vizyon üzerinden bakıp, bu kolektif biz söyleminin ne olduğunu birlikte şekillendirmeliyiz. Zira ekolojik olan her konu, aynı zamanda bir eşitsizlikler konusu...

Bu cevabından, senin için önemli olanın, başka bir yerde, örneğin Mars’ta yeni yaşam formları geliştirmek yerine, hali hazırda içinde yaşadığımız yerde yeni olasılıklar geliştirmek olduğunu anlıyoruz...

Başka, yeni bir yer denince hep gökyüzünü, bizim dışımızdaki gezegenleri hayal ediyorum. Eğer öyleyse, Güney Amerika’dan bakan birisi olarak, konuyu bir sömürgecilik projesinin devam biçimi olarak görüyorum. İklim krizine verdiğimiz karşılığı anlamlandırmak üzere hatırlanabilecek en iyi örneklerden biri, Ursula Le Guin’ın Dünyaya Orman Denir (The Word for World is Forest) adlı kitabı. Kitapta bahsi geçen, kendisinin ortaya attığı uzaklarda, başka bir yerde insanların ya da en azından insan ırkının bir bölümünün bu gezegeni işgal etme girişimi üzerinden yeni sömürge biçimleri. Şu anda içinde bulunduğumuz çevresel duruma karşılık üretilen tüm bu çözümler, benim yeni bir iklimsel iştah olarak tanımladığım sürecin yeni biçimlerini ortaya çıkarıyor. Bunun sonu da, dünyanın kendisinin ve yeni canlı türlerinin ölüme terk edildiği yeni yaşam formlarına dair bir tür mühendisliğin yürütüldüğü bir gezegene doğru gidebilir. Dolayısıyla ben çözümlerin burada, gezegenimizde bulunacağı ve uygulanacağı fikrine sahibim.

Dünyanın kendisiyle ilgili görüşlerin günlük hayatını, alışkanlıklarını, ne yediğini, içtiğini etkiliyor mu?

Olabildiğince sağlıklı beslenmeye çalışıyorum; her şeyi yiyorum, özel bir beslenme kısıtlamam yok. Günlük hayatımın içinde etkilenen aktiviteler, çöplerin kullanımı, yeme biçimleri, daha az araç kullanma, daha fazla yürüme gibi günlük eylemleri içeriyor. Konu aslında bireysel alışkanlıklarla ilgili değil. Bunun ötesinde, günlük yaşam pratiklerimizin, başka insanların günlük yaşantılarıyla ilişkili olarak nasıl bir dayanışma içinde olduğuyla ilgili. Dolayısıyla benim hayatımı daha çok işin bu tarafı etkiliyor.

İşlerinin kentsel, bölgesel ve ekolojik ölçekli düzenlemeler anlamında birbiriyle kesişen mekan ve çelişkiler arasındaki ilişki üzerine olduğu’ şeklinde bir tanım yapılıyor. Bu ne anlama geliyor?

İşlerim, mimarlığın güç ve iktidar için nasıl bir araç olduğunu anlamak ve ortaya koymakla ilgili. Ve eğer gerçekten söz konusu olan buysa, mesele, mimari uygulamaların, temel hakların korunmasına yönelik bir savunuculuk yapma aracı olarak nasıl harekete geçirilebileceği ve uygulanabileceği. Ben bunu sadece insan haklarını ve sosyoekonomik hakları göz önüne alarak değil, daha geniş bir perspektiften yapmaya çalışıyorum. Çalışmalarım, haklarımızın zemin bulacağı alanları, ekolojileri kurabileceğimiz, hatta kendi temel haklarımızı oluşturabileceğimiz anlamda mimarlığın tanımının nasıl yeniden yapılabileceği sorusunu kapsıyor. Tabii, insan olmayan varlıkları da...

Güzel sözcüğü sana ne ifade ediyor? Çalışmalarının sonuçlarını anlatırken yer geldiği noktada bu sözcüğünü kullanmayı tercih eder miydin?

Mesleki anlamda bu sözcüğün nasıl kullanıldığına bakabiliriz, ki bu nerede yaşadığına ve ne kapsamda konuştuğuna bağlı olarak bir hayli bağlamsal... Diğer yandan, bu isteksizliğe, bugün mimarlığın eşitsizlik, yer değiştirme gibi hiç de güzel olmayan soruları işaret eden toplumsal süreçlere biçim verici bir uygulama olarak görülebileceği üzerinden bakabilirim. Mimarlığı form ve süsleme biçimleri üzerine bir pratik ve üretim alanı olarak ve bunun güzel veya çirkin olması açısından çerçevelemek, eylemin kendisinin içinde yer aldığı şiddeti kavramsallaştırmak için ideolojik bir örtü işlevi görebilir. Ancak bu üzücü, çünkü benim güzel sözcüğüyle herhangi bir sorunum yok ve güzel anların en zor koşullarda bile bulunabileceğini düşünüyorum. Ve mimarlık güzel olanı güzelleştiren ve güzel anları rafine edebilecek üretimler yapabileceğimiz araçlardan biri. Bu mimarinin ve tasarım kalitesinin biçimiyle alakalı olmaktan ziyade, mimarlığın sosyal baskılarla tesis edilmesi ve dönüştürülmesiyle daha fazla ilişkili.

Fiziksel veya zihinsel kapasitenin yetersiz kaldığını hissettiğin zamanlar oldu mu?

Bu cevap vermesi zor bir soru. Çünkü şu anda ülkemde edinilmiş haklar anlamında çok zor bir durumla karşı karşıyayız ve ben de kimi zaman bu durumla doğrudan ilişkili meselelerin içindeyim. Böyle durumlarda fiziksel ve zihinsel anlamda içinizin boşaldığını hissettiğiniz zamanlar olabiliyor. Bunu bir kenara bırakırsak, içinde bulunduğum koşulların ayrıcalıklı olduğunun farkında olmakla birlikte, bu zorlayıcı koşullar altında keyif alabilecek bir şeyler bulmaya çalışmanın, iktidar karşısında direnmenin bir yolu olduğunu düşünüyorum.

Des-Habitat’ta olduğu gibi grafik ve yazınsal projelerin var. Bu ifadeyi, araştırma temelli projelerle nasıl birleştirdiğini anlatır mısın?

Uygulama alanım arşivleri kazımak, keşfetmek ve ortaya çıkarmakla çok ilişkili. Mimarinin ve aracılık ettiği pek çok farklı formun iktidar sistemleriyle iç içe çalışabildiğini açıkça göstermek istediğim için, mutlaka farklı arşiv dokümanlarıyla uğraşmam gerekiyor. Ben aynı zamanda bir yazarım. Dolayısıyla çalışmalarımı aktarırken, bu farklı iki dışavurum biçimini mecra olarak bir arada kullanma gerekliliği hissetmem benim için çok doğal.

Des-Habitat’a gelirsek; proje, spesifik olarak Brezilya’daki modern mimariyle alakalı bir magazinle ilişkiliydi. Bu magazinin metinleri ve görselleri ilişkilendirme konusunda çok belirgin bir yönelimi zaten vardı. Ben de Lina Bo Bardi tarafından yayınlanan Habitat dergisinin, bir tür taslak şeklinde veya modern mimari için kamuoyu oluşturmada kullandığı, benim belirgin bir pegadojik dil olarak adlandırabileceğim şeyi iletmek için kullandığı grafik ve metin çalışmalarıyla doğrudan bir diyalog içine girdim. Aynı prensip üzerinden, görselleri, grafikleri ve metinleri bir tür multimedya formu içinde birbirine eklemleyerek, hem bir şekilde o pedagojik dilin parçası olabilecek, hem de Habitat’ın da bir tarafında olduğu sömürgeci yaklaşımı ortaya çıkaran ters pedagoji olarak kullandım.

Senin için mükemmel yaşam alanı neresi?

Mükemmel mekan, benim için aile ve arkadaşlarla sarılı olan ve hem kültürle hem doğayla iç içe olabileceği yer.

Vazgeçemediğin bir obje var mı?

Vazgeçemeyeceğim hiçbir objeye sahip olmuyorum. Gerekli olduğunda sahip olduğum tüm eşyalardan vazgeçebilmeyi istiyorum.

Hak ihlalleri konusunda araştırma yaparak vakaların çözümü için mimarlık teknikleri öneren Forensic Architecture’la uzun süredir birliktesin. Vakaları, mimarlık pratiği ve adli verileri bir araya getirerek ortaya çıkarmak nasıl sonuçlar doğuruyor?

Forensic Architecture mimari araçları, şiddet biçimlerini açığa çıkarmak ve duyulmasını sağlamak için kullanmayı amaçlıyor. Aynı zamanda mimarlığın yansıtılan alanını genişletmeye çalışıyoruz. Bu şekilde bir araştırma süreci yürüttüğümüz süreçte umudumuz, öncelikle ve en önemlisi, bu şiddete maruz kalan insanların ve toplulukların haklarını koruyabilmek. Aynı zamanda mimarlık alanının kendisi üzerinde de bir etki yaratmayı amaçlıyoruz. Bir yandan da, mimariyi ve mimarlık pratiğini günümüz dünyasında daha politize olmuş ve etik bir noktaya çekmeye çalışıyoruz.

Kentsel araştırma ve kesişme konusuna adanmış Agency Autonoma platformundaki projenden bahseder misin?

Benim pratiğim mimarlık alanında olsa da, buranın aynı zamanda farklı insanlarla ve kolektiflerle bir arada çalışabileceğim kurumsal bir platform olmasını önemsiyorum. Bu halen gelişmekte olan bir proje olarak görülebilir. Projede tasarımcılarla, sivil toplum kuruluşlarıyla, sosyal hareket ve inisiyatiflerle bir araya gelip, mekansal müdahale ve araştırma konularında çeşitli sorular üzerine çalışıyoruz. Ölçek, yerel, bölgesel veya ekolojik olmak üzere çok değişken.

Yaptığın işte kişiliğinin önemli bir yeri var mı?

Kesinlikle öyle. Kim olduğun, nereden geldiğin, durduğun yer, nereye doğru hareket ettiğin, ruhunu neyin şekillendirdiği gibi şeyler, yaptığın her işte önemli.

Önümüzdeki üç ay için en belirgin planların neler?

Önümüzdeki üç ay boyunca ‘Thinking Like a Forest’ adlı bir proje üzerine çalışacağım. Ama projenin görünür hale gelmesinden önce yazma kısmını bitirmem gerekiyor. Bunun için de verimli geçecek bir üç aya ihtiyacım var. Umarım revizyonların da ardından, proje önümüzdeki yıl Eylül ayında tamamlanmış olacak.

XOXO The Mag izniyle yayınlanmıştır. 

Tarih/Sayı: XOXO The Mag Sonbahar/Kış 2019-2020

Fotoğraflar: Fabio Olivera

#modern mimari #röportaj #PauloTavares


Sayfanın Başına Dön