NAİF BİR MİMARİ: EMİR URAS
NAİF BİR MİMARİ: EMİR URAS

NAİF BİR MİMARİ: EMİR URAS

MİMARİ   30.10.2020

Mimarlık etkileyici bir meslek. Ancak, tek başına bu, mimarın kendini etkileyici yapmaya yetmez. Onun etkileyici olmasının yolu; yıllar geçtikçe, deneyimler ve hayata atılan imzalar arttıkça, sakinleşmekten ve bir anlamda naifleşmekten geçiyor. Kişi naifleştikçe ortaya koyduğu işler daha da parlıyor sanki. IWC Icons’ın bu ayki konuğu Emir Uras tam da böyle bir isim. Kendisi geceden gündüze geçmişken, projeleri dünyadan uzaya kadar uzanacak gibi görünüyor. Ne de olsa en beğendiği projesini henüz tasarlamadı…

Zaman size özgürlüğü mü çağrıştırıyor, sınırları mı?

Ben zamanı ölçüm aracı olarak kullandığımız bir kavram gibi görüyorum; geriye yansıtınca geçmiş, ileriye yansıtınca gelecek diyoruz. Ölçmek için de saatlerimiz, takvimlerimiz var. Muhtemelen gerçek olan şey, bir tek anın varlığı, geçmişte, gelecekte o an içinde ileriye ve geriye dönük projeksiyonlar, ilüzyonlar, hayali düşünceler.

Saat kaçı gösterdiğinde siz sizsiniz?

Eskiden gece insanıydım, şimdi gündüz. Erken kalkıp acele etmeden, işten önce birkaç saat sabahların keyfini çıkartmaya bayılıyorum. Günüme yoga ve arkasından hiçbir zaman vazgeçmediğim saunadan sonra başlıyorum. İşimin çoğunu, günümün planını o birkaç saat içinde yapıyorum. Bu yüzden hiçbir zaman ajanda kullanamadım. Ne zaman aldımsa, bir iki satır yazıp kenara attım.

Mimarlık etkileyici bir meslek mi sizce?

Evet, tabii ki öyle, ama birilerini etkilemek için yapılmayıp daha derin ve sağlam temellere dayalı olduğu zaman daha etkileyici olabiliyor. Etki tehlikeli bir kelime, yanlış kullanıldığı zaman hedefini şaşırabiliyor. Bu yüzden, ben her zaman konuya daha bilinçli yaklaşma taraftarıyım. Üniversitedeyken bir hocam “Biz binaları şekillendiriyoruz, onlar da bizi.” derdi. Mimarlık, bina tasarımının üstüne eklenen şiirsel bir araç, etkisi de bilinçaltında sülalelerce devam edebiliyor. Meslek hayatım boyunca mimarlık tarihçisi Nicholas Pevsner’in lafı hiç aklımdan çıkmadı. “Bir bisiklet barakası binadır, Lincoln Katedrali mimarlıktır.”

Son yıllarda ivme kazanan sosyal tasarım projeleriyle birlikte mimarlık, alışık olduğumuzdan farklı bir perspektifte çözüm önerileri geliştiriyor ve daha kolektif çalışma süreçleri sunuyor. Diğer taraftan yaratıcı birey olarak mimarın varlığı ve duruşu halen bir hayli keskin. Yaratım/üretim sürecinde ikili olarak çalıştığınızda durum nasıl?

Evet, mimarlık da birçok meslek gibi kılıf değiştirmekte. Belli tarzların, izm’lerin arasındaki sınırların kalktığı ve her şeyin eşdeğer biçimde geçerli olduğu bir çağdan geçiyoruz. Çok güzel işler de çıkıyor, daha niteliksiz olanlar da. Yaratım, üretimle el ele gidiyor, üretim olanakları ne kadar gelişmiş ise yaratıcılık adına o kadar yeni kapı açılıyor, yeni atılımlar yapılabiliyor. Ya da tam tersi de mümkün; kısıtlamalardan da yaratıcılık doğabiliyor. Sonuçta, mimarlık bir takım işi ve bizim ofis modelimiz de işbirlikleri üzerine kurulu.

Portfolyonuzda konut ve yaşam alanları var. Başka birisi için bir yaşam alanı tasarlamak ve hayata geçirmek zor değil mi? Evlerini tasarladığınız kişilerle nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?

Evet, ev tasarlamak çok zor bir iş, kendi evlerimi yaparken bile zorlanıyorum. Bir süre ara vermiştim, daha az ev yapıyordum, şimdi tekrardan ev işlerim yoğunlaştı. İlk önce müşteriyi çok iyi dinlemeye çalışıyorum, onların hayat tarzlarını anlayıp, bunlara katkıda bulunacak yaklaşımlar geliştiriyoruz. Her zaman sanatsal bir bakış muhafaza edip, projeye, heykel yaparmış gibi yaklaşıyoruz. Bizim bakışımızdan çok uzak olan müşteri zaten bize gelmiyor, sonrasında çoğunlukla ilişkimize arkadaş olarak devam ediyoruz ve hatta misafir olarak evlerinin keyfini çıkartıyoruz. Ofiste ütopik, sürekli üstünde çalıştığımız bir ev çalışmamız var, ‘Whatamai?’ (Ben Neyim?) diye bir isim taktık, “Bugünün evi, bugünün insanına nasıl cevap vermeli?” sorusunu irdeleyen bir çalışma. Yakında bir yatırımcıyla bu projeyi gerçekleştirmeyi planlıyoruz.

Eğitiminizi İngiltere ve ABD’de tamamladıktan ve Los Angeles’ta stüdyo açtıktan sonra, İstanbul’a döndünüz. Dönme kararınızı verirken motivasyonunuz neydi? O güne geri dönseniz farklı bir karar verir miydiniz?

1998’de bir aylık askerlik yapmak için Türkiye’ye geldim, geliş o geliş. Askerlikten sonra birkaç küçük iş aldım, bir ofis tuttum, derken, işler gelişti. Los Angeles’taki ofisim evimizin garajıydı ve Türkiye’ye gelirken kapıyı kilitleyip çıkmıştım. Sonra bir süre ikisi arasında gidip geldik. Türkiye’nin önemli adımlar atıp geliştiği senelerdi, çok keyifli işler yaptık ve değerli insanlarla çalışma fırsatlarımız oldu. Sanırım bu yüzden o güne geri dönsem farklı bir karar vermezdim, Londra’yı da, Los Angeles’ı da, İstanbul’u da çok dolu dolu yaşama imkanım oldu.

İstanbul’daki kent yaşantısını nasıl buluyorsunuz? İçinden çıkılmaz bir hal mi alıyor, yoksa size her geçen gün yeni keşifler mi sunuyor?

Dünyadaki bütün mega şehirler büyük bir değişim içinde. Muhafazakar Londra’da bile 250 tane 70 katlı bina inşaatı devam ediyor. Global bir Dubaileşme söz konusu. İstanbul kendi kendini organize eden, yenileyebilen, birçok başka şehrin gelişmesine örnek olmuş çok eski bir şehir. Belli bir tempoda gelişirken güzel dinamik ve yaratıcı. İz bırakmayan dev projelerle nereye gider hiç bilemiyorum ama nüfus arttıkça ve ulaşım zorlaştıkça mahalleleşme tekrardan önem kazanacak diye düşünüyorum. Her ne kadar değişim sağlıklı bir şey olsa da, hızlı değişimin geri dönülmez pişmanlıkları olabiliyor. İstanbul yine de beni besleyen bir şehir, beslenebildiğim sürece de her şeyimle buradayım.

Bu yıl gerçekleşen 2015 Milano Expo’da yer alan Türkiye Pavyonu’nu tasarladınız. Pavyonun hikayesi neydi? Ortaya nasıl bir deneyim çıktı ?

2015 Türkiye Pavyonu’nun tasarımı için dDF’in kurucu ortaklarından dostum Arhan Kayar’ın beni arayıp “12 günümüz var, bir şeyler çıkartabilir miyiz?” demesi üzerine berabarce çalışmaya başladık. İptal edilmiş bir katılımın yeni bir lokasyon ile tekrar gündeme gelmesi üzerine, Ekonomi Bakanlığı, bazı şirketlerle görüşmeye başlamıştı. İhaleyi bizim projemizle dDF kazandı ve çok sıkışık bir program ve zor şartlarla projeyi ne yapıp edip yetiştirdik. Türkiye 4. büyük pavyonla en son katılan ülkeydi. Yemek ve sürdürülebilirlik temalı hızlı ve pratik bir proje ürettik. Bizim orijinal projemizin üstüne Bakanlık kendi olmazsa olmazlarını ekledi. Türkiye gibi zengin, renkli ve karışık bir ülkeyi temsil eden bir tasarım yapmak gerçekten çok zordu. Sonuç, istediğimizden daha eklektik çıksa da, pavyon beğenilerek dolaşılıyor diye duyuyorum.  

Türkiye dışında mimarlık yapmak istediğiniz bir yer var mı?

Mimarlığın lokasyondan daha çok bakış inşa etmek ile ilgili olduğunu düşünüyorum. Ben de bakışımın, bilincimin mimarıyım. O bakış her zaman her yerde kullanılabiliyor. Hayal edebilenler iyi mimarlar oluyorlar. Yine de tarih yükü daha hafif ülkelerde mimarlık yapmak daha keyifli. California’da okudum, yaşadım ve ister istemez oradaki mimariden etkilendim. Tekrar oralarda, çölde veya uzayda bir şeyler yapmak isterdim.

Şahsen en beğendiğiniz projeniz hangisi? 

Daha yapmadım ki… Yine de en beğendiğim projelerim en naif olanlar.

Mimarlığınızı besleyen sanatçı bir yönünüz de var. Çizimlerinize mimari projelerinizde yer verebiliyorsunuz. Bunun mesleğinize nasıl bir katkısı var? 

Hepsi beslenme amaçlı. İnsan beslenmeden ürettiği zaman tükenebiliyor. Ben hiçbir zaman kendimi katı çerçeveleri olan bir mimar olarak göremedim, çok farklı yönleri olan bir mimar olduğumu gördüm, hissettim ve yaşadım. İyi veya kötü; o şekilde de ifade etmeye, katkıda bulunmaya çalıştım. Yaptığım sanatsal çalışmalar belli bir varoluş hissinin yansımaları ve araştırmaları. Çizimlerimle projelerim arasındaki mesafeyi kapamak üzerine çalışıyorum. Daha kalpten, bütünsel bir mimari ifade üzerine araştırmalar yapıyorum.

Peki tam tersi söz konusu olsa… Bir sanatçı, mimarlık mesleğinin uygulama alanına girse… Bu duruma nasıl yaklaşırsınız?

Bunun iyi örneklerini görmedim ama görmeyi çok isterim. Genelde işbirlikleri güzel sonuç veriyor. Sanat, mimarlık ve bilim tekrar birleştiği zaman, ortaya çok daha nitelikli binalar çıkabilir diye düşünüyorum. Mısır’daki piramitlerin mimarı Imhotep hem hekim, hem simyacı hem de mimarmış. Leonardo da Vinci de başka bir örnek. Daha güncel olarak Jonty Hurwitz, nanoteknoloji ile bir tek mikroskop altında görüntülenebilen küçük heykeller yapıyor. Onları yapabilmek için kendi uzmanlık alanlarında en iyi olan geniş bir takım ile çalışıyor.

Sizin de kullandığınızı tahmin ettiğim 3 boyutlu yazıcıların, işleyen bir organ basmaktan çalışan bir silah üretmeye kadar giden, hayli geniş bir uygulama alanı var ve müthiş bir hızla gelişiyor. Bu biraz korkutucu… Sizce bizi neler bekliyor? 

Kendi mesleğim dahil, hiçbir konu üzerinde otorite değilim. Hayatın akışını bazen keyifle, bazen şaşkınlıkla seyredip, bir ucundan tutmaya çalışıyorum. 3 boyutlu yazıcıların getirdiği yeniliklerle herhalde yavaş yavaş, yapay zekaya teslim oluyoruz diye düşünüyorum. Biri yapay öbürü gerçek diye de görmemek lazım tabii. Bir tane zeka var, veya evrensel bilinç, sistem, adına ne derseniz deyin... İlim ve sanat herhalde birbirinden ayrılmaması gereken iki daldı ve bu ayırımla birlikte, her şeye doğru ve yanlışlarla açıklama getiren din ortaya çıktı. Din dünyada popülarite kaybettikçe tekrar sanat ve ilimin birleşmesine tanıklık edeceğiz diye düşünüyorum.

Moda ve tasarımın çeşitli alanlarında gün geçtikçe geçmişten daha fazla ilham alınıyor. Pek çok yerde retro eğilimlerle karşılaşıyoruz. Diğer taraftan teknolojik gelişmeler sınır tanımıyor. Bu noktada, yakın geleceğe ait eğilimler konusunda bir tahminde bulunmanızı istesek…

Evrime baktığımızda her şey bir genleşiyor bir daralıyor. Mimarlık, tasarım ve moda da öyle. Geçtiğimiz on sene içinde tasarım ve moda birbirinden çok beslendi. Retro eğilimler de modernizmin sertliğine tepki ihtiyaçlarıydı ama tepkiler çok kalıcı olamıyor. Dondurulmuş fikirler, üzerlerine küçük farklılıklar eklenerek raflardan çıkartılıp tekrar sunuluyor. Buna yaratıcılık diyoruz. Hakiki yeniliğin kabulu gittikçe zorlaşıyor. Çoğulluktan sonra saflık ve bütünsellik hatta tamamlayıcılık ihtiyacı bile doğabiliyor. 

Ne okursunuz?

Her şeyi. Eskiden kitaplara çok meraklıydım, bu sayede, kapsamlı bir kütüphanemiz oluştu. Evimizde farklı odalarda farklı konular ile ilgili kütüphanelerimiz var. Bugünlerde okumaktan çok karıştırmayı seviyorum. Çok yavaş, sindirerek ve birkaç kitabı aynı anda okumayı severim. En son Jeff Foster’ın Merkezsiz Hayat kitabını okudum. Robert Bly’ın Iron John kitabı da başucumda duruyor, başlamayı planlıyorum.

Eşiniz için çıkardığınız, 500 adet çiçek deseninden oluşan Zeyneb için 500 Çiçek kitabına gelelim… Eşiniz kitabı ilk gördüğünde nasıl bir tepki verdi?

Zeyneb’in çalışmalardan haberi vardı tabii ancak kendine adanarak projelendirilmesine inanamadı, çok duygulandı. “Ben dünyanın en şanslı kadınıyım.” dedi; zaman içerisinde de çok keyif aldığını ve sükse yaptığını defalarca belirtti. Kitabın zevkli tasarımı da Ulaş Eryavuz ve Zeynep Yener sayesinde gerçekleşti.

Romantik biri misiniz, gerçekçi mi?

Romantik gerçekçi diyebiliriz, herhalde. Her ne kadar gerçekçilik tam nedir anlayamasam da tek bir gerçek olduğunu düşünmüyorum.

Kullandığınız saate, zamanı göstermesi dışında bir anlam yüklüyor musunuz?  

Daha fazla anlam yüklediğim zamanlar oldu. Londra’da öğrenciyken teknolojiyi ve gelişimi yansıttığı için antika saatler satan bir dükkandan 1969 yapımı bir saat almıştım. NASA çalışanları için tasarlanmış, hatta Neil Armstrong da ilk ay yolculuğunda koluna onu takmış. Hikayeleri olan özel şeylerden her zaman hoşlandım. 

IWC kullanmak size ne hissettiriyor?

Zarafet ve sağlamlığın ender birlikteliğini.

XOXO The Mag izniyle yayınlanmıştır. 

Tarih/Sayı:  XOXO The Mag İlkbahar/Yaz 2015-2016

 
#WCIcons #EmirUras #modern mimari #röportaj


Sayfanın Başına Dön